29.7.11

Kötü Film, Sevmedim.

  'Türkiye Cumhuriyeti' Devletinin Kurucusu Faşist Bir Diktatördür . Sevecen, iyiniyetli ancak otoriter bir lidere "Diktatör" deyip abartmak değil amaç burada, mecazi anlamda kullanmıyoruz bu kelimeyi. 'Bir kurtarıcı' değil benim için o adam. Güzel zamanları, umudu hatırlatmıyor. Neyi hatırlatıyor, orada geçirdiğim 19 senede sebebini bile bilmeden her türlü baskı, anlamsız kural ve kanun, adaletsizlik, ilkellik, vahşet ve en önemlisi: bu rezil gerçeklerin sırf benden değil, nesillerden saklanması, yalan-dolanla insana değer vermeyen bir diktatör ve onun sisteminin "muhteşemliğinin" beyinlere kazınması. Bir şey zannettikleri şu sıradan diktatörün yaptıklarını nesnel kaynaklardan okuyup gerçekleri görünce de delleniyor insan. 'Vaayaq, nasıl da yayal söylemişler' diye hırslanıyorum ben, nasıl inanılmaz bir 'atatürk-disneyland' içinde 19 sene geçirdiğimi, o kemalist oligarşinin maşalarına mensub bir ailenin lojmanlı kolejli moda-kadıköy sosyetesinde az kalsın bi-haber bir mal olma ihtimali benim kafamda canlandırabildigim en korkunç cehennemdir. Kemalist güruhun "yurt dışında öğrenim gördü, maşalla" evlâdı olmam ihtimalini düşündükce, bizim yerli disneyland'in mikimaus'una veryansın etmek geliyor içimden, esasında bunları yazmamın esas amacı bu, içimi döküyorum, içimde kalmasın, kemalizme girsin diye, o ulu önder yakamdan umumî bir şekilde düşsün diye.... Genç insanların eyinlerine dolduruluyor MikiMatatürk imajları...
   Beyaz Türklerin ortasında, sistemin kaymağını yiyenler arasından çıkan özgür ruhlu bu birey atatürkistlerin monolitik 'vatandaş saplantısı'ndan çekerken Kürdistan'ın en uzak beldesindeki şanssız(lar) da “Bi kodu mu oturtan paşa”ların ırkcılığından çekiyormuş. Bilmiyordum ne kadar kötü olduğunu, bildirebilecek en değerli isimleri katlettiğini bile bilmiyordum. Kemalizmi yargılıyor ve şu insanların ölümünden doğrudan sorumlu tutuyorum:

Sabahattin Ali, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Alevi Maraş Vahşetinde ölenler, Abdi İpekçi,  Cavit Orhan Tütengil,  Ümit Kaftancıoğlu,  Muammer Aksoy,  Turan Dursun,  Bahriye Üçok,  Musa Anter,  Uğur Mumcu,  37 Alevi Sivas Vahşeti,  Onat Kutlar,  Metin Goktepe,  Ahmet Taner KışlalıNecip HablemitoğluHrant Dink

 Resmi ağızlara inanmayanlar mı daha fazla kaybetti, yoksa yalanlarla yaşayıp ölenler mi bilinmez ama sonunda saltanatın malı mülkü olmaktan başka bir kimlik bilmeyen bir topluluğa asıl ne olduklarını, nasıl yaşamaları gerektiğini kaba kuvvetle bildiren bir otoritenin kendi imgesinde yarattığı sistemin sonunun gelişini görmekten mutluluk duyduğumu gizleyemiyorum. Suyunuz fıkır fıkır kemalistler, iplikler pazarda.
   Bence kemalizmin sonunun geldiğinin en güzel göstergesi de son moda retro-“Türkiye diktatörlüğe gidiyor” teranesi. Mustafa Kemal'i idol olarak görüp benimseyen insanların Tayyip Erdoğan’ın tavrını yadırgamaması lâzım. Yeri gelince “Devrim Şartları" diyerek "Milli Birlik ve Bütünlük" adına insanların asılması, tutuklanması, sürülmesi, gazetelerin yasaklanması, kitapların yakılması, muhalefeti susturup seçimlerin askıya alınması mübâh, ama şimdi diktatörlük korkusu yaşanıyor; sevsinler!
Türkiye’de postal yalayıcılar başta olmak üzere birçok insan tarafından diktatörlükle suçlanan Menderes, Özal ve Erdoğan dönemleri ile 1925-46 arası CHP-Tek parti iktidarı ve askeri idareler arasında kimin faşist, insafsız, sabitfikirli olduğu, kimin 'korku taktikleri ile duyguları ovalayıp başa oturma' huyunun olduğu belli değil mi?  Kemalistler, kendileri yapınca bunlara devrim ve ilericilik diyor. Sivil toplumun baskısını dikkate alan ve toplumsal rahatlama getiren uygulamaları (yandan çarklı da olsa) yapan hükümetlere “sivil dikta” deniyor, onlarınki “diktatörlük” oluyor. Evet, politikacıların yaptığı basit bir oy avcılığı, bunlardevletin meşruiyetini reddedenler için oyunun 'it dişi-domuz derisi' sahnesinde aktörler. Bildik 'kötü aktörler'in yeni modelleri.
Mesaj basit: Bu 'basit oy avcılığı'nı kemalist bürokrasi ve atatürkist militarizmin 'egemenlik gaspı'na yeğliyorum. Türkiye diktatörlüğe gitmese de 'diktatörlük' kokacaktır. Çünkü diktatörlükten geliyor.
Malûm, 'iktidat partisi', 'milletin vekili' demeden 27 kez parti kapatmış, darbeler yapmış bir gelenek bu gelenek. Kaba güç olmazsa, seviyeler inmezse, mantık ve insanlık çerçevesinde ne kadar fakir-fukara olduğu belli olan bir gelenek. Herbiri kendi başına bir delil, bir argüman olan, o içleri dolu-dolu kelimelerden tırsa tırsa gelip ancak bildiği, ezberlediği klişeleri tekrarlar duruma düşmüşlerse, tabular yıkılıyorsa, seçimle gelmis bir iktidar partisi kapatmaya kalkacak kadar fasist, derin-devlet-perest atatürkistler de takkelerini önlerine koyup düsünüyorlar, ağlaşıyorlarsa, bu zaman benim çocukluğumdan beri içimde yankılanan ifâdelerin apaçık paylaşılması zamanıdr. Herbiri kendi başına bir delil, bir argüman olan kelimeleri inadına yazma-söyleme zamanıdır: Seyid Rıza, Dersim, Koçgiri, Zilan, 'Güneş Dil Teorisi', İstiklal Mahkemeleri, Süryâni, Ermeni Soykırımını, "kendini bilmez-belki de bilir de söylemez" bir diktatörün sisteminin Anadolu'nun halklarının boğazlarından elini çekmesinin zamanının geldiğini söyleme zamanıdır. Kimlik kargaşasının sebebinin kafalardaki kimlik kargaşaları, onun sebebinin de bilinçli bir propaganda ve toplum mühendisliği olduğunu söyleme zamanıdır.
   “Bu Kürtler de nereden çıktı? Huzurumuz kaçtı” fısıltılarının kemalistlerin o  'gerçekleri düpedüz inkâr' alışkanlıklarında rahatsızlık yarattığı bu zamanlarda, kemalist görüşün alâmet-i farikalarından bir tanesi ilginçtir. Genelde Tayyip Erdoğan’a diktatörlük yakıştıranların ironik olarak çok sevdikleri bir savunmadır bu:
'
Benzemek mi?...AYNI şey değil mi?
"Atatürk olmasa sen bunları söyleyemezdin!"
    Balık baştan kokar hesabı, Mustafa Kemal'in 1935'de kullandığı bu savunma, bir 'Kıyas-ı batıl', bir mantık hatası, yani Safsatadır. "Su içsem yarıyor" ile aynı klasmanda olan bu safsatanın adı latincede 'cum hoc ergo propter hoc' , türkçede ise 'Bağıntı, neden-sonuç belirtir' safsatasıdır. Olay 'A', olay 'B' den önce gelişti, o yüzden olay 'A', olay 'B'nin nedeni..!?!. şeklinde yanlış bir genelleme içerir. Oysa ilgi-ilişki, sebep-sonuç göstermez. Hattâ sözügeçen örnekte olduğu gibi olay 'B', olay 'A'ya RAĞMEN olmuş olabilir.
Gerçekten biz buralarda bildiğimiz gerçekleri söyleyebiliyorsak, bu kuşkusuz t.c. ve kemalistler sayesinde değil, t.c. ve kemalistlere rağmen olan birşeydir.
Kim unuttu bunları ?
1980'lerde TV'lerden gecede en az bir kere duyulurdu :"141-142-163 sayılı kanunlara mukavemetten bilmemNe kadar sene ağır hapis..." Ne hakla atatürk özgürcülüğü taslıyorsunuz; askerlikten soğutmaktan (bâzı) ideolojileri savunmaya, bâzı dilleri kullanmaktan tabulara dil uzatmaya, hemen hemen aykırı ifâdelerin hepsi SUÇ yapılmadı mı?
Otosansürün yetmediği durumlarda kabakuvvete başvurulmadı mı?
Kendilerini ifâde etmekten başka suçu olmayanları hapislere, işkencelere götürmediniz mi, benim gibi zavallıların beyinlerini yıkarken?
Savaşı gerekliden öte, bir yüce özellikmiş gibi gösterip insanlığı gökteki bir kırmızı elma gibi ulaşılmaz bir hayâl yapan, o mecburi askerlikle nesillerin yaşama, yaratma, insan sevgisini 1,5 yılda silip atan sizin nutukcunuzun vasiyeti değil mi?
'Türkiye Cumhuriyeti', 1959'dan beri AİHM'de çıkan, 47 ülke arasında paylaşılan toplam 4oo küsur "ifâde özgürlüğünü ihlâlden suç hükmü"nün yarısından fazlasını tek başına almış "ifâde özgürlüğünün ihlâli" şampiyonudur.
Bir taraftan yazılarından dolayı 24 yaşındaki kürt gazeteci Emine Demir'e 138 yıl, Vedat Kurşun'a 166 yıl hapis cezası ver,  öteki taraftan düşünce ve fikir özgürlüğünün varlığını savun...
adama 'aptal' derler.
Gelelim bu "Atatürk diktatör değildi" safsatasının orijinal versiyonuna:
1935 yılında gazeteci Gladys Baker, Avrupa'da Papa Pius XI ve Mussolini'den sonra röportaj yapmak için kusursuz smokini ile bekleyen Mustafa Kemal'ile Dolmabahçe'de buluşur. Aralarında romantik bir ilişkiden sonra Gladys Baker, geri döndüğünde bir aşk mektubu gibi övgülerle dolu röportajı yayınlar. Mustafa Kemal'in o arada flört ederken “Eğer ben diktatör olsaydım hanımefendi siz bu soruyu sorduktan sonra siz asla canlı kalamazdınız“ demesi..
Ne gibi bir şey söylemesini beklenir ki zaten?
"Bak üç sene dâhilinde Dersim'de soykırım yapıp insanlık suçları işleyeceğim, bak gör hele!" mi deseydi? Diktatörün popüleritesinden etkilenen kadın, 'Siz diktatör müsünüz?' diye kibarca sormuş...
Kalkıp 'Siz Refik Halit Karay 'ı ne hakla sürgüne yollarsınız?', ya da '1926'da İzmir'de tertiplenen suikast girişiminin ardından girişilen siyasal tasfiye ve keyfî idâmları nasıl açıklıyorsunuz?' gibi bir sorular değil ki.
Kimse suratına 'sen eli kanlı bir diktatörsün!' diyebilmiş mi...sonra ne olmus?
Diktatör olmasaydı sorarlardı adama:
1925'de zorla dayatılan "Şapka giyilmesine Dair Kanun"la başlayan 'şapka baskısı' sonucunda, (başta şapka kanununun yayımlanmasından bir yıl önce yazdığı, ‘Yabancı Hayranlığı ve Şapka’ adlı kitabından dolayı idam edilen) İskilipli Atıf Hoca olmak üzere, kaç insanın canı gaddarca alındı,
kaç köy topa tutuldu?
Komunist Mustafa Suphi ve arkadaşlarını kalleşce öldürttüğün Topal Osman'ın senin için Sarı Efe Edip gibi öteki kullanıp attığın yandaşlarıdan, Kazım Karabekir, Hüseyin Rauf Orbay gibi sırttan vurduğun eski silah arkadaşlarından bir farkı, bir özelliği var mıydı? Senin esasında ne kadar gaddar ve insafsız olduğunu
sana fanatikçe bağlı olarak yaptıklarıyla gözler önüne serdiği için mi öldürttün Topal Osman'ı?
'Koçgiri Kasabı' Abdullah Alpdoğan'dan ne farkı vardı onun?
Kendini bilmez-belki de bilir de söylemez Diktatör, 1935'deki röportajda Gladys Baker'e kur yaparken anlatıyor:
"Ben diktatör değilim,...Çünkü, ben zoraki ve insafsızca hareket etmek bilmem. Bence diktatör, diğerlerini iradesine bağlayandır. Ben kalpleri kırarak değil, kalpleri kazanarak hükmetmek isterim."
Bu sözler Gladys Baker hanımefendiye yetmiş olabilir, ama tarihi gerçeklere duygusallığın ötesinde bir dürüstlükle bakabilen her insanın gördüğünü tekrarlıyalım.
'Zorla güzellik yapmak'tır, "kalpleri kazanarak hükmetmek" dediğin.
Kendini bilmez-belki de bilir de söylemez Diktatör...
Elin kanlı, sonun hazin, kafandaki planları, eline geçirdiğin insanlara zorla dikte ettin.
Ülke kurmadın, İttihat ve Terakki'nin imkânları ile yönetimi ele geçirdin.

Osmanlı hanedanlarının nesiller boyu sömürdüğü Anadolu'nun 'stockholm sendromu'nu, 'toplum mühendisliği' hırsıyla kendin de sömürdün. Herkesin nasıl yaşamasının gerektiğini bildiğine inanmanın psikopatisini o zırvalarına inanmanın getirdiği bir sosyopatiye dönüştürdün... Tebrikler!
Ve sonunda insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir ucube olan t.c.'de garip insanların daha da garipleşmesine neden oldun, o zırva 'türklük' bir kenara bırakılacak olursa, 80 sene sonra Anadolu'daki insanların büyük çoğunluğu, kemalist propagandanın tekrarladığının aksine, birey ve etnik, dinî ve hukukî bakımdan çok daha iyi durumda olurlardı, buna şüphem yok. O delidivâne atatürkistler bile Türkiye'nin Filipinlerden daha iyi durumda olduklarını iddia edemezler en azından.

✖ kemalism is fascism..✖ kemalizm faşizmdir...✖kемализма это фашизм..✖kemalismus ist faschismus...✖kemalismo è fascismo... ✖ Le kémalisme est le fascisme ...✖

19.7.11

Irkcı Olmadığını Düşünen Kemalistin Ruh Hali.

    Şüphesi olanlar için tekrarlayalım. Milliyetçilik ve ırkcılık birbirlerinden soyutlanması imkânsız, birbirlerinden ayrılamayacak temel unsurlarıdır kemalizmin. Bu, kısmen, ‘Güneş-Dil Teorisi’ gibi bilinçli bir çabayla üretilen, Bulgaristan’dan Kerkük’e ‘kandaş’, ‘ırktaş’ terminolojisiyle yaşatılan bir biçim alır.
   Genelde kendiliğinden, aileden (tabii ki çok güçlü) geçen bir zenofobi olarak belirir ve hissettirmeden, çabukca ırkçılığa geçiş yapılır duygusallığa kapılınarak... İşte Ömer Seyfettin bu ortamda, ‘Ezmeyen, ezilir!’ der, Süleyman Nâzif de,‘Dinim kinimdir!’ diye ekler.
    Osmanlı Devleti, hem emperyalist hem de mağdur hâline geldiği çok cepheli bir ‘kan kavgası’ içinde biter-gider..Osmanlı Devleti biter, fakat aradan geçen seksen küsur yıla rağmen ‘tenâkür’ bitmez; karşılıklı husumet bitmez.
Neden bitmez?
Çünkü imparatorlukları tepetaklak olmuş bir güruh, ettiklerinin sonuçlarıyla yüzleşmek yerine elde avuçta kalmış güçlerini kullanarak kendilerine bir 'faşist hayâl dünyası'nda yaşayabilecekleri bir kuşatma zihniyeti oluşturmayı, yalandan bir dünya yaratıp içine girip yaşamayı yeğlerler. Bu politik Disneyland'i kuran zihniyetin sembolü olarak, kimlik kargaşasının fanatikliğe ittiği grubun en sivrilen elemanı Kemal Paşa'dan uygun biri düşünülemez. Bilmedigi, tanimadıgı babasının eksikliği ile Selanik kerhanelerinde calışmasına ragmen(ya da bu yuzden:) aşırı din takıntılı annesinin ölen 4 çocuğundan sonra üzerine titrediği şımarık Mustafa, çocukken bile kendisini etraftakilkerden ayrı görür, padişahlık hayalleri kurardı. Hayatına yalnız başladı; o kadar insanın kendisini değil, vitrindeki imajını sevdiklerini bilerek, kendisini tanıyanlar arasında bir iki dalkavuk haricinde (hadin, ismet ve fethi diyelim onlara) yalnız ve hüzünle bitirdi güç ve otorite kurbanı hayatını. Bundan daha uygun kim olabilir tarih ve insanlık karşısında yalnız kalmış neo-türk milletini temsil etmek için?.. 'Neo-türk' diyorum çünkü hiçbir ırkın saflığından eser kalmamıştır Anadolu'nun genelinde... Hep hayâl eseridir o mitolojik yiğitler basbâriz. Ama karakuru Adolf'un Almanlara Aryanlığı yutturması gibi bizim Kemal, kendine kıl Kürt Ziya Gökalp'in ardından 'Neo-türklük' yaratıp içine ilk kendisi girmiştir... Bir Kürt, türk ırkcısı olursa, Makedonya'nın ne eksiği var? Mustafa Kemal'in nabza göre şerbet veren bir pragmatist olduğunu en koyu kemalistler bile inkâr etmiyor. (Makyavellist deyince kabul etmezler ama, imaj meselesi)
    Siz; “Türk ulus devleti ve Türk ulus birimi, ırk, dil, din, çıkar ve coğrafya birliğine dayanan, bir zamanlar Alman Nazizmine dayanak olan Gobineau’cu ulus kavramının üzerine oturmaz...Türk ulusçuluğu ne ırk esasına dayanır, ne de yabancı düşmanlığını içerir, kendisini diğer kavimlerden veya uluslardan daha üstün görme gibi bir eğilimi de yoktur” diyenleri ciddiye almayın!
Öncelikle ırkçılığı “ırk ”üzerinden tanımlamak ırkçı bir yaklaşımdır ve bu yaklaşım, öncelikle,“ırk”ı nesnelleştirmekle işe başlar. Böylece,“ırk”, toplumsal ihtilaflardan, kültürel-etnik çatışmalardan ayrı ve kendi başına iş gören bir “nesnel” varlık olarak ortaya çıkar.
 Peki sonucu ne oluyor bu eğilimin?
    Bu sözleri ilk defa duyduysanız ben hemen susmaya hazırm:Onlar doğurmasın, mülk edinmesin, üniversiteye alınmasın. Memurlar Türk soylu olsun. Aşağı ırkın görevi üstün ırkı eğlendirmektir. Biz üstünüz!"
  Bunları diyorlar...Türkleri ‘üstün’ sayıyor, Türk olmayanların üniversiteye gitmemesini, mülk edinmemesini istiyorlar. ‘Kürt nüfus artışı durdurulsun’ diyorlar. Avrupalı ırkçı gruplarla ‘enternasyonal birlik’ kurmayı düşünüyorlar. İzmir’de kurulan Türkçü Toplumcu Budun Derneği (TTBD) da bu görüşleri savunuyor, İstanbul’daki Elbirliği Derneği, Ankara’daki İlteriş dergisi de eylemleriyle, yazılarıyla aynı ırkçılığı sergiliyorlar. Bu üç oluşumun benzerlikleri Kürt karşıtlığıyla sınırlı değil:Üçü de şamanizme yakın ve laik olduklarını söylüyor,Atatürk ’e ‘Başbuğ’ diyor. Hatta,‘ırk’ kelimesi Arapça diye kendilerine ‘soycu’ diyorlar....” Zaten bir ülkede, milliyetçilik, hatta vatanseverlik adına cinayet işlenebiliyorsa; faşist bir cinayete kurban gitmiş birinin ardından, tepki vermek için “Hepimiz Ermeniyiz ”diye yürüyenler yadırganıyorsa ırkçılık sıradanlaş(tırıl)mıştır...
Bunu halâ anlatmak zorunda kalmak bile t.c.nin içinde bulunduğu karadeliğin derinliğini gösterir.

Öyleyse "Biz Türkler ırkçı olamayız, tarihi, coğrafi, etnik köklerimiz bakımından bu mümkün değildir" sözü havada kalan bir zırva olmaya mahkumdur. Pekala ırkçıdır t.c., başka nasıl olabilir ki t.c.'nin resmi ideolojisi olan kemalizm ırkçıyken?..
Ortam buyken, bu sakat ilkeler üzerinde şekilenmiş bir ülke gençliğinden asıl aydın ve enternasyonalist olmalarını beklemek hayalcilik olur...
Olup olacakları birtek bu alemde: ırkcı, icine kapanık bir sefil toplum...

✖ kemalism is fascism..✖ kemalizm faşizmdir...✖kемализма это фашизм..✖kemalismus ist faschismus...✖kemalismo è fascismo... ✖ Le kémalisme est le fascisme ...✖

6.7.11

Çetin Altan, Bataklıkta Parlayan Bir Pırlanta

Adı Çetin’di Soyadı Altan
dobra söyledi, dobra baktı
temiz kanla birlikte kirli kan
hepimizin kanı onda aktı
Cemal Süreya


Çetin Altan'ın değerini anlamak için bunun gibi bir yazısını okumak yeter:

İstiklal Mahkemeleri'nin tarihçesine,
özet olarak şöyle bir göz atalım:

1- 1920'de Ankara'da kurulan TBMM'nin kabul ettiği, "Asker Kaçakları Hakkında Kanun"la birlikte, İstiklal Mahkemeleri'nin kurulması da gündeme geldi.
***
2- Mahkemelerin yargıçları, TBMM üyeleri arasından seçilecek; mahkemenin başkanını da, yargıçlığa seçilmişler kendi aralarından saptayacaktı.
***
3- Mahkemelerin sayısı ve nerelerde faaliyet göstereceğine, hükümetin önerisiyle TBMM karar verecekti.
***
4- Mahkemelerin kararları kesindi; itiraz ve Yargıtay yolu kapalıydı. Mahkemeler kararlarından sorumlu değildiler. Kararlarını vicdani kanaatlerine göre vereceklerdi.
***
5- 1921 yılının başında, Ankara'nın dışındaki İstiklal Mahkemeleri'nin kapatılmasına karar verildi; 5 ay sonra da yeniden açılmasına karar verildi.
***
6- 1922'de, yeniden, hepsinin kapatılmasına karar verildi.
***
7- 1923'te, sadece bu kez İstanbul'da yeniden açılmasına karar verildi.
***
8- 1924'te, İstanbul'daki İstiklal Mahkemesi'nin de kapatılmasına karar verildi.
***
9- 1925'te, Şeyh Sait ayaklanmasıyla birlikte, İstiklal Mahkemeleri'nin yeniden kurulmasına karar verildi.
***
10- 1927'de yeniden kapatılmasına karar verildi.
***
Orhan Kemal'in babası Abdülkadir Kemali, TBMM'de birinci dönem Kastamonu milletvekiliydi. Kastamonu'da kurulan İstiklal Mahkemesi'nde de başkan olmuştu.
Abdülkadir Kemali Bey'in, acılarla da dolu siyasi hayatının bitiminde bir köşeye çekilmesinden sonra, kendisiyle ahbaplık etmek fırsatını bulmuştum.
***
Abdülkadir Kemali, İstiklal Mahkemesi Başkanı olduğu günlerde, 13 at hırsızı Çingeneyle, 13 asker kaçağı yakalanmıştı.
Asker kaçaklarına verilen idam cezası da, yanlışlıkla at hırsızı Çingenelere uygulanmış ve hepsi asılmıştı.
***
Bir gün Abdülkadir Bey'e:
- O yanlışlık nasıl oldu, diye sormuştum.
Abdülkadir Bey:
- Öyle karışık günlerde, bu tür bazı hatalar oluyordu, demişti.
- Peki asker kaçakları ne oldu?
- Yapılan hata anlaşılınca, onlar da ertesi gün asıldı.


Bugün de, ezik ailelerden gelme oğlan çocuklarının hayalinde, yönetici takımından bir makam sahibi olmak yatar. Özellikle köylü çocuklarına:- Büyüyünce ne olacaksın, diye sorduğunuzda; genellikle şu yanıtları alırsınız:
- Polis... Jandarma... Öğretmen...
Şimdilerde imam hatip okulu öğrencileriyle mezunları da; milletvekili, bakan, başbakan olmak istiyorlarmış gibi...
***
Ezik yığınların bireylerinde "kimlik", başarılı bir meslek itibarında kristalize olamayınca; "Türklük, Müslümanlık" gibi, doğuştan edinilmiş etiketler de bayrak açar...
O nedenle de seçim kampanyalarında propaganda nutukları; ırkçı bir hamasetle, dinsel bir üstünlük övgülerinde köpüklenir.
"Kışla" parfümlü siyaset çağdaş iddialı bir hamasete; "cami" parfümlü siyaset de Arapça dualı mistik bir dağarcığa abanır.
***
"Soğuk Savaş" döneminde Washington, kendi pragmatizmi içinde Türkiye'nin ne toplumsal yapısıyla ilgileniyordu, ne de kentlerdeki arazi yağmasıyla; "Sovyetler'e karşı ol da, ne olursan ol" gözlüğüyle bakıyordu Ankara'ya.
Değişik bir deneme olan 1961 Anayasası'nın rafa kalkmasından sonra da; o dönemlerin "ilerici"lik sıfatını kimseye bırakmayan militerleri; enerji kaynaklarıyla ekonomik şemaların evrensel planda kaynattığı "etki-tepki" diyalektiğinin bilincinden yoksundular. "Değersiz önemliler-önemsiz değerliler" ayrışımında; "ilericilik" iddialarının, kapalı devre "karma ekonomi" statükocuğuyla bağdaşmayacağını da fark edecek durumda değillerdi. Washington'un bando şefliğinde, sanatçıların da, düşünürlerin de, yazı adamlarının da "uygun adım" olmalarını istiyorlardı.


“Çanakkale Savaşı’nı, 250 gün içinde 250.000 kişi öldürmeyi de müthiş bir başarıymış gibi gösterirsiniz, Çanakkale Savaşı’nın aslında bir yas günü olması gerekir… Niye Alman Donanması, İngiliz armadasını Akdeniz’de karşılamadı da, bizim köylülerimizi kalkan olarak kullandı ki? Kendi armadasını riske etmedi. Bunları hiç kimse kurcalamaz.”

 Çetin Altan

1927 doğumludur. 1946 yılında Ulus gazetesinde çalışmaya başlamıştır. Milliyet, Akşam, Hürriyet ve Güneş gazetelerinde fıkra yazarlığı yapmıştır. Ankara Hukuk Fakültesi mezunudur.
Ulus gazetesinde gece muhabiri olarak gazeteciliğe başladı. Bu dönemde gazetenin Dış Haberler Servisinde görev yapan Bülent Ecevit'le birlikte çalıştı.
 Bazı gazeteciler birlikte NATO tarafından Paris'e davet edildi. Türkiye'ye döndüğünde, Paris'teki gazetelere ve dış basından aldığı bilgilere dayanarak yazdığı bir yazı yüzünden göz altına alındı. Yazının konusu Türkiye'nin Kore'ye gönderdiği 4.500 kişilik birlikti. Yazıya göre, birliğin sayısı hep standart kalacaktı. Yani, Kore'de ölen her askerin yerine Türkiye bir asker daha gönderecek ve tüm kayıplara karşın sayı 4.500 olarak korunacaktı.
Yazdıklarının doğru olduğu TBMM'nin kürsüsünden de dile getirilince serbest bırakıldı.
1956 yılında askere gitti. (Yaş 29,  hep belirtirim askere geç gitmenin avantajlarını)
Hem dokunulmazlık zırhına sahip olarak davalardan kurtulmak, hem de siyasal düşüncelerinin mücadelesini pratik zeminde sürdürebilmek için politikaya girmeye karar verdi.
Çetin Altan, Sadun Aren'den gelen 'Bizim listeden milletvekili ol' çağrısına uyarak, 1965 seçimlerine katıldı. 13 milletvekili ile birlikte TİP listesinden TBMM'ne girdi. Seçimlere, TİP listesinden bağımsız milletvekili olarak giren Altan, bu şekilde Meclis'te varlık gösteremeyeceğini görünce resmen TİP'e geçti.
Altan, 19 Şubat 1968 gecesi Meclis Genel Kurulunda, aralarında dönemin İç İşleri Bakanı Faruk SÜRKAN ve Hamit FENDOĞLU'nun da bulunduğu AP milletvekillerinin saldırısına uğradı. Bu linç girişiminden güçlükle kurtulan Çetin Altan'ın dokunulmazlığı, AP milletvekillerinin oylarıyla kaldırıldı. Ve bu olayda sağ gözünün görme yeteneği yüzde 50 oranında kayboldu.

12 Mart  sonrasında hapse atıldı. Selimiye Kışlasına götürüldü.

15 günün sonunda ise üç ay kalacağı Maltepe Askeri Cezaevine yollandı.

Temmuz 1972'de Sağmalcılar Cezaevine girdi. İçerideyken yeni bir davadan daha hüküm giyince mahkumiyet süresi uzadı. 27 Aralık 1973'te dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, yetkisini kullanarak ünlü yazarı affetti; (zaten Fahri Korutürk bu yetkisini kullandığında, hapisten çıkmasına dört gün kalmıştı.)
Çetin Altan, belki de ömrünün geri kalanını geçirecek kadar mahkumiyete yol açabilecek bu davalardan başbakan Bülent Ecevit'in 1974 yılında çıkardığı afla kurtulabildi. Af çıkınca hakkındaki davalar da düşmüş oldu.
1996 yılında orduya ve devlete hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında yeniden iki dava açıldı.

"Şiddetini gittikçe arttıran bir fırtınanın ortasındayken bile etrafını çevreleyen gölgelere boyun eğmeyen ve doğru bildiği yolda ilerlemeye devam eden bir yazı ustası hakkında kalem oynatmaya çalışmak hiç kolay değil." 

Çetin Altan hakkında, Kaçırılmaması gereken bir yazı.
HER DAİM YEŞİL KALAN BİR YAZI ORMANI: Çetin Altan

1.7.11

Şeyh Said'in Herşeye Rağmen Mustafa Kemal'e Tattırdığı Yenilgi.

Şeyh Said'in Herşeye Rağmen
Mustafa Kemal'e Tattırdığı E
şi-benzeri Az Yenilgi

    Şeyh Said ayaklanması iki ayda bastırıldı. Hikáyesi meşhurdur, bilmeyen azdır(bilmeyenler için)...
Ama belki tam bilinmeyen,  Şeyh Said'in Kürdistan'ın kaderini nasıl değiştirdiğidir.... Bugün özerk olan 'Güney Kürdistan', TC sınırları içinde değilse, bu Şeyh Said ve mükemmel zamanlamalı isyanı sayesindedir.
    Bugün, Şeyh Said ayaklanmasının 86. yıldönümünde, Şeyh Said'in diktatör Kemal'in Musul-Kerkük hevesini nasıl kursağında bıraktığını anlatarak kutlamak istiyorum.
Kürt ayaklanmasından iki yıl önceye giderek başlayalım:

Lozan Konferansı’na katılan Türk heyetinin elinde üç sayfalık 14 maddeden oluşan talimat vardı. 

Birinci madde, Irak sınırıydı; Süleymaniye, Kerkük ve Musul mutlaka geri alınacaktı. 

Çünkü, 

Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren Mondros Antlaşması’na göre, bu sancaklar Osmanlı Devleti’ne bırakılmıştı. Ancak  İngilizlerin tüm stratejisi petrol üzerineydi ve İngiltere ateşkesden sonra buraları işgal edivermişti! 
 

Lozan Konferansı başladığında, Türk tarafı başkanı dışişleri bakanı İsmet İnönü, önce duygusal konuşmalarla İngilizlere yakındı: "

Türkiye yoksul bir ülkedir, petrole ihtiyacı vardır..." 

Bu sözler,  İngiliz Hükümetini nasıl etkileyebilirdi ki? İngiliz heyetine kesin talimat vermişti; "Musul-Kerkük konusunda tartışmaya bile girmeyeceksiniz!" diye. 

Türk heyeti toplantılarda, "Bu topraklar 11’inci yüzyıldan beri bizimdir" gibi konuşsalar da bölgenin nüfus sayım sonuçlarına göre  263 bin Kürt, 146 bin Türk, 43 bin Arap, 18 bin Yezidi, 13 bin gayrimüslim vardı.
Kürtlere yaşama hakkı veren Serves anlaşmasına karşı olma kimliğini saklayabilirmiş gibi, Türk heyeti "her iki halkın bir arada yaşamak istediklerini; inanmıyorlarsa referandum yapılabileceğini" ileri sürdü. İngilizler de tabii ki hemen yüzlerce yıldır sorunsuz beraber yaşarken 
bir gün birdenbire Türklerin Ermenilere soykırım yapmasını hatırlatınca, Ermeni'lere yapılanlardan bahsederek işlerin karışmasından ürken Türk heyeti, bu meselenin ertelenmesini isteyince Lozan Konferansında, sınır meselesinin sözkonusu iki ülkenin kendi arasında halledilmesine karar verildi. 
Lozan’da toplam 8 ay süren görüşmeler sonucunda, Türkiye ve İngiltere uzlaşamadı. 
Eğer her iki ülke, öngörülen 9 aylık sürede anlaşma yoluna gitmezse, mesele, Milletler Cemiyeti Meclisine (Birleşmiş Milletlere) götürülecekti. 
Lozan Konferansı’ndan sonra Türkiye ve İngiltere arasında ikili görüşmeler İstanbul’da başladı. 
İngilizler bu konferansta  Türkiye'yi kendi "her iki halkın bir arada yaşamak istedikleri-O halde Musul-Kerkük'ün Türkiye'ye ait olması gerektiği" tezini ters çevirerek zor duruma düşürdüler.
O günlerde Hakkári’de Nasturi Ayaklanması (12-28 Eylül 1924) olduğundan İngilizler "Kürtlerin Türklerle bir arada yaşamak istemedikleri-O halde Hakkári’nin de Irak'a ait olması gerektiğini" öne sürdüler. Tabii ki  İngilizler isyanı destekliyorlardı, ama Türklerin "her iki halkın bir arada yaşamak istedikleri" tezinin saçmalığı ortaya çıkmıştı bir kere.
 İstanbul’daki Türkiye-İngiltere ikili görüşmelerinden de sonuç çıkmadı. 
Dolayısıyla, Irak sınırı meselesi Milletler Cemiyeti Meclisi’ne gitti... 

Milletler Cemiyeti Meclisi, İngilizlerin isteği doğrultusunda üç kişilik bir komisyon kurma kararı aldı. İsveçli T. Wirsen, Macar Kont Teleki, Belçikalı Albay Poulis’ten oluşan bu heyet, her türlü yazışma ve soruşturma yapma yetkisine sahipti. 
Tarafsız bir komisyonun bu yüzlerce sene Osmanlı işgali altındaki Kürt topraklarını Osmanlı'nın artıklarından biraraya getirilmiş bir diktatörlüğe vermesi beklenemezdi. Bunu bilen M.Kemal, savaş hazırlıkları yapıyordu. İngiliz istihbarat raporlarına göre, Mustafa Kemal, Irak’a müdahale etmeye kararlıydı... 


Ama neler oldu dersiniz?
  • 

Evet, 14 ili kapsayan Şeyh Said isyanı başladı... 


  • Türkiye, Kuzey Irak’a askeri operasyon yapamadı; içe döndü; binlerce asker ayaklanmayı bastırmakla görevlendirildi... 


  • Ankara’nın, Türklerle Kürtlerin kader birliği içinde bulunduğunu söylediği bir dönemde, bu ayaklanma İngilizlerin elini güçlendirdi. ´Hani siz kardeştiniz, bakın şu anda bile savaştasınız´ dediler. 


  • Milletler Cemiyeti Meclisi, Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi Irak'a verdi... 
✔
  • Tepeden inme 'Türk" kimliği ve  kemalist idealleri reddeden Kürtlerin "sorun yaratmayacak bir koyun sürüsü" olmayacakları belli olunca TC iç ve dış politikalarını ona göre ayarlamak zorunda kaldı.
  • VE, Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi almak için asker çizmelerini giyen Mustafa Kemal, o çizmelerin Kürdistan dağlarına dayanamayacağını görünce  çizmelerini paşa-paşa çıkarttı.✌
O afralı tafralı diktatöre "Yurtta sulh, cihanda sulh" dedirten onun hümanist idealleri mi zannettiniz yoksa?..    ☺

Diktatör Kemal, 16 Ocak 1922 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde gazetecilerin sorularını yanıtlar. Vakit gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın “Kürtlük Sorunu nedir? Bir iç sorun olarak değinmeniz iyi olur” sorusuna şu yanıtı verir:
“Kürt sorunu, bizim, yani Türklerin çıkarı için kesinlikle sözkonusu olamaz. Çünkü, bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türkiye’yi mahvetmek gerekir....Bu nedenle başlıbaşına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çieşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir...”

İşte
Mustafa Kemal'in yalanlarını hesaba katmazsak ortaya çıkan 'Kürt Sorunu'nun çözümü: 
Türkiye'yi mahvetmek!
O faşist devlet ve kemalizm mahvolmazsa Anadolu ne barışı, ne insanlığı tadamayacak...


✖ kemalism is fascism..✖ kemalizm faşizmdir...✖kемализма это фашизм..✖kemalismus ist faschismus...✖kemalismo è fascismo... ✖ Le kémalisme est le fascisme ...✖

28.6.11

"dünyanın en büyük lideri de bizim Atatürk seçildi"

Kaliforniya'da 'Cengiz' diye birisini tanıdım. Babası Türkmüş, daha Cengiz ufakken kaybolup vatanına geri gitmiş. Cengiz bir kelime Türkçe konuşamaz, oranın tarihi-coğrafyası-karakteristikleri nedir bilmez. "Hiç gittin mi?" diye sordum. Gülümsedi, "Hayır, gidersem askere alırlarmış." Babası Cengiz'i konsoloslukta 'türk nüfusuna' kaydettirmiş de. Acaba nasıl davranırlardı askere gitse, "şanlı tarih-kahraman ulus" safsatalarının yanında zorla dil mi öğretirlerdi?
Türk doğulmadığının kanıtına gerek mi var? Onun-bunun ifadesine ne hacet? Belli ki aşikar gerçekleri bile ancak 'uluönder'in ifadesi izin verirse kabullenecek kemalistler. Sonra başlar amansız bir takip. Mustafa Kemal nerede ne demiş, birbirleri ile çelişen duygu-inanç-mantık-tutum ve kanıları nasıl birarada tutarız: Türk doğulmaz ama "her türk asker doğar". "muasır medeniyetler düzeyine" çıkmaya çalış ama Batı'nın bilimlerine bile güvenme, "gavur onlar", "tek dayanakları sömürü" diye ötekileştir, düşmanca bir tutuma gir. Ama bir taraftan da hayranlığını bir türlü gizleyeme. Orhun Yazıtlarında "Hiçbir ırk hiçbir ırktan üstün değildir" demiş diye böbürlen, ve kendini farklı-üstün görmenin tüm belirtilerini göster. Tarih ancak "seçmece" olmadığında birşeyler öğretebiliyor insana.
  O 'Bilge Kağan Yazıtı' nın doğu yüzündeki "Tabğaç budun tebliğin kürlügin üçün armakçısjın üçün" (Çin milleti hilekâr ve sahtekâr olduğu için) ifadelerine ne demeli?...tu kaka!
Aynı şekilde: tarih boyunca kabagüç, politika ve hileyle sayısız insanın ensesinde boza pişirip emperyalizmin bayrağını dalgalandırmak ancak senin kendini özdeşleştirdiğin taraf tarafından yapılırsa "şanlı tarih" yoksa "sömürü". Emperyalizmi sevmeseler bile Lenin'in 'kapitalist emperyalizm' tanımı ile görürler sırf 'kendi emperyalistlerini' aklamak için. Tabii bir de "hoşgörü politikası uyguladılar", "fetihçi devlettir ama emperyalist değil", "müslümanlıkta zorlama diye bir şey yoktur", "biz Türkler de islamı kılıçtan geçe geçe değil de seve seve kabûl ettik" gibi konfabülasyonlar da vardır, aynı Ermeni Soykırımını açıklayarak defetmeye çalışan konfabülasyonlar gibi: "biz türkler en yüce ırkız. islam dini en yüce din biz tarihte hiç kötü birşey yapmadık", sonra gazeteyi aç-oku ve ruh haline mukayyet ol!
Yalan-uydurmaların filtrelerinden geçince 'küreselleşme' bir "savaş" oluyor, 'biz-onlar ikilemi' onlar için paranoya raylarında bir tren..."türk de türk...türk de türk....türk de türk"...
Sonra ekle arkasına bir tane daha, "en yüce din" diye, yap bir 'türk-islam' sentezi!..
Artık o "hilekâr ve sahtekâr" batı, Çin, o, bu, şuya karşı bir cephe içinde daha güvenli hissedilir. Yaşadığı yerleri işgâl edip haraca bağladığın "elin Arabı" şimdi "din kardeşin" ya, 'Walī ad-Dīn ʿAbd ar-Raḥmān ibn Muḥammad ibn Muḥammad ibn Abī Bakr Muḥammad ibn al-Ḥasa' yani İbni Haldun ile sosyoloji "koymuş ortaya"...İbni Sina ve Ebu Abdullah Muhammed bin Musa el-Harezmi Fars, İbni Arabi İspanya'da yaşamış bir Arap, Farabi'nin hayatta hiç kullanmadığı El-Türkî nisbesini ilave ederek Türk olduğunu iddia edenler olsa bile Bağdat’ta okuyup yaşayan Farabi ve ötekiler ne Türkçe yazmışlardır ne de Türklerle bir alâkaları vardır. Farabi'nin türklük ile ilk alâkası Farabi öldükten yaklaşık 300 yıl sonra Kürt bilgin Ibn Khallekān tarafından ortaya atılmış ama inandırıcı deliller olmadığından meyilli önyargılarına destek olarak kullananlar haricinde kimseden pek rağbet görmemiştir. O zamandan beri Prof. C. E. Bosworth'un da dediği gibi "al-Farabi, al-Biruni ve ibn Sina gibi büyük kişiler, aşırı hevesli Türk bilim adamları tarafından kendi ırklarına maledilmeye çalışılmıştır."
Zaten bu öküz altında buzağı arama dertleri de komik. Dedesinin ismi Tarkan olsa ne olurdu, olmasa ne önemi var. Rumca, farsi, arapça notları var, Yunan filozofisinin devâmı, islam kültürünün parçası...ama türklük ile bir bağlantısı yok. Pekiyi "ingilizce eğitime evet diyenlerin ,bu konuda çalışma yapanların hepsi vatan hainidir" diyen zihniyetin bu Arapça, Farsça yazmış, eski Yunanı temel almış kişileri "biz" yapmasına ne demeli?
Çelişkiler...çelişkiler....
Psikolojide İnançlarla davranışlar arasında, ya da aynı anda beslenen iki tutum, iki inanç veya kanı arasında bir çelişki veya çatışma olması halinde yaşanan bir rahatsızlık, gerilim duygusu; inançla davranış, düşünceyle duygu arasındaki çatışma'ya bilişsel uyumsuzluk (cognitive dissonance) deniyor. Kabûl edilen teorisi ise şöyledir:
"Bilişsel uyumsuzluğun kişiyi söz konusu tutarsızlığı ortadan kaldırma yönünde eyleme güdülediği ve kişinin sonuçta çatışmaya yol açan taraflardan birisini (örneğin tutumunu) değiştirerek bu rahatsızlık ve gerilimden kurtulmaya yönelttiği varsayılmaktadır"
Ama bütün kültür, toplu olarak bilişsel uyumsuzluk yani kimlik belirsizliğinin içine battıysa, güruh psikolojileri ve kitle histerileri, 'din-millet-vatan takıntılarının' cirit atıyorsa bu 'rahatsızlık ve gerilim' bir yaşam tarzı, kültürel özellik olabilir....
O zaman da o vatandaşlar Keşmekeşistan'da kemalizmin muamma dinine inanarak sonsuza kadar bulantı içinde yaşamaya devam ederler, masallarla avunurlar..

..biz çıkalım kerevete...

✖ kemalism is fascism..✖ kemalizm faşizmdir...✖kемализма это фашизм..✖kemalismus ist faschismus...✖kemalismo è fascismo... ✖ Le kémalisme est le fascisme ...✖

27.6.11

Voltair'den Özgürdüşünceye Ekspress: 'kemalizm'de durmaz'

Voltair'e atfedilen bir söz vardır: "size katılmıyorum, ama söylediğinizi söyleme özgürlüğünüz için canımı veririm". Kuşkusuz Voltair'in söyleyecekleri, düşünen insanlar için, bir 'birey' olabilenler için egemenlerin 'resmi tarih'inden çok daha ilgiçtir. "Sizi saçmalıklara inandırabilirler, size katliam yaptırabilirler", "insanın aşağılık türü öyle bir yapılmış ki eski yolda yürüyenler, yeni bir yol gösterenleri hep taşlıyor" ve "Cennet (benim) olduğum yerdir." diyen, hep Voltair'dir. Kendini bütünlemesi için bir kavrama ihtiyacı yoktur bireyin, hayatın sorumluğunu almayanların diyebileceği birşey deıildir:"Ben neredeysem, orası cennet"
Ben bir bireyim, bir birey olarak diyelim ki -hani olmaz ya-bir devletin meşruluğunu kabul edeceksem, o devletin bana HER bireyin HER temel hakkını gözetecek bir teklif (anayasa) getirmesi/sunması lâzım....bir slogana indirirsek: Adalet olmazsa meşruluk da yok.   Yani ispat yükümlülüğü devlette, hem de sözde kalmayan, Amerika'daki gibi sadece 'laklak'da kalmayan, gerçek adalet.... Bunu bir imparatorluktan ya da ruhu, özü faşist olan bir devletten beklemek aptallık olurdu. Bu bir bireyin bir sistemi niye reddettiğini anlatan bir yazıdır.
Kemalizm, sadece ilerleyişin değil, insan hak ve özgürlüklerinin önünde de durur, 'kendine özgü' adaletiyle... Bütün verilen sebep de "halk kendisi için iyi olanı bilmiyor"dur.
Gerçekten anlamıyorum nasıl faşizm görülmez bunun içinde...?!?
Bakın yakın tarihten bir hikaye anlatayım:
İsmet İnönü’nün, İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında, posta pulları üzerinden ABD’ye jest yaptığı zamanlar. İnönü, ABD’ye, Washington ile Atatürk’ü, kendisiyle de Roosevelt’i yanyana koyarak, mesaj gönderiyor, Kemal Paşa ufak 'reklâm klibi' çekip 'aziz Amerikalılara' gönderdiği zamanlar.
Bir hafiye gibi tâkip edelim bu kurukafacılığın izlerini t.c.'nin ilk doğduğu zamanlardan beri:
Yıl 1927. Sözde demokrasi öncesi, tek partili dönem. Ege denizi açıklarında "S.S. Lotus" adlı, Fransa'ya ait bir ticari gemi bir Türk gemisine çarparak batmasına sebep oluyor. Fransız gemisi sağ kalan Türk mürettebatı alarak İstanbul'a demirliyor. Fransız gemisinin kaptanı tutuklanıp yargılanıyor ve ölen sekiz mürettebattan sorumlu tutularak suçlu bulunuyor. Davanın ilginç kısmı burası. Fransa, Uluslararası Daimi Adalet Divanı'na başvurarak t.c. aleyhine dava açıyor. İddia: "Kaza, açık denizde, türkiyenin kıta sahanlığı içinde gerçekleşmediğinden türkiye'nin Fransız kaptanı kendi topraklarında yargılama hakkı olamaz". Antitez olarak, türkiye'nin savunması, "savunma yapmalarına gerek olmadığı, böyle bir gelenek olmamakla beraber sözkonusu ülke bunu yapmayı şeçtiğinde, bunu yasaklayıcı bir hukuk gelenegi veya yazılı anlaşma olmadığı". Karmaşıklığın sebebi, daha sonra 1951'lerde oluşturulan uluslararası denit ulaşımı kurallar o zaman daha mevcut değil. Böylesi kazalarda sağ kalan kaptanın yargılanması diye bir mesele olmamış. 'Lotus' olayında olması, Mahmut Esat adındaki 'zamanın Adliye Vekili'nin bu kazayı yeni cumhuriyetin kendini göstermesi için bir fırsat olarak görüp Fransız kaptanı birkaç ay hapise koyması ile başgösteriyor. Yâni kazada sağ kalanları kurtarıp İstanbul'a getiren Fransız kaptanı yargılayarak yeniyetme milliyetçilikle çıkıp "Sizin Osmanlılara koyduğunuz kapitulasyonların kan davâsını sürdürüyoruz" şeklinde bir mesaj veriliyor, izolasyonist ve düşmanca, kemalistlere sorarsan anti-emperyalist bir tutumla.
Neyse, Uluslararası Daimi Adalet Divanı o zaman yükselen İtalyan ve Alman parti-devlet modellerine benzeyen t.c.'yi daha fazla soyutlayıp yeni faşist rejimlerin cephesine itmemek, gelecekte uluslararası kanunlara katılımını desteklemek için Fransa'nın davasını düşürüyor, hatta Hollanda, Den Haag (Lahey) den mustafa kemal'e tunç bir 'bozkurt' heykeli hediye ediyor.
Hiçyoktan egolar pofpoflanıyor, kemal de bu fikrin sahibi mahmut'u yerlere göklere çıkartarak kendisine davadaki başarısından ötürü 'ateştentürk' soyadını öneriyor ama o af dileyerek S.S.Lotus'a çarpıp batan türk gemisi "bozkurt"u soyadını alıyor. Mahmut ve Kemal arasındaki aşkı o andan sonra ancak hayâl edebiliriz! Ama bildiğimiz genç bakanın ne dediği:

“Benim düşüncem şudur: Herkes, dostlar, düşmanlar ve dağlar, bu ülkenin efendisinin Türkler olduğunu bilmelidir. Saf Türk olmayanların, Türk Ana Vatanında sadece bir tek hakları vardır:  Hizmetkâr olma hakkı, köle olma hakkı.” 
Mahmut Esat Bozkurt 19 Eylül 1930'de Ödemiş'te "T.C. Adalet Bakanı"
olarak...
✖✖✖
←“Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklartalep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.”
O "Adalet" Bakanının Başbakanı İsmet İnönü...
✖✖✖

 -“Efendiler...Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhiselam’ın oğlu Yasef’in oğlu olan kişidir..."
 O Başbakanın Diktatörü Mustafa Kemal...


Nasıl barışcı olunur ırkcılıkla beraber? Birbirlerini dışlayan kavramlar.... Nasıl ırkcı olunmaz milliyetçi olunca?..

"Milliyetçilik ‘tenâkür’e, yani başka milletlere karşı antipatiye dayanır. Bu yüzden kendisini ‘öteki’nin yerine koyan ve ona ‘tearüf’, yani sempati duyan tüm duygu ve düşünceler milliyetçiliğe yabancıdır." 
Bunu diyen Mustafa Kemal'in "fikirlerimin babası" dediği Ziya Gökalp, hani 'Kızıl Elma', 'Altın Işık', 'Türk Töresi', 'Türkçülüğün Esasları' gibi propaganda şaheserleri yazan bu ideolog müsveddesinin bunu söylemesi bana 'Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı'Joseph Goebbels'in bunları söylemesini getirdi:
"Eğer yeteri kadar büyük bir yalanı tekrar tekrar ederseniz, sonunda insanlar inanacaktır.
Yalan ancak devlet o insanları o yalanın siyasi, ekonomik ve/veya askeri sonuçlarından koruyabildiği sürece sürdürülebilinir. Öyleyse devlet için elindeki tüm güçleri görüş ayrılığını bastırmak hayati önem taşır, çünkü gerçek, yalanın ölümüne düşmanı ve dolayısıyla, gerçekler devletin en büyük düşmanıdır.”
Bunların hepsi faşisttir.. Türkeş gibi şaklaban olmasalar da, eninde sonunda en iyi ihtimalle 'potansiyel faşist'tirler. Diyeceğim budur.
Her insanın belli fikirleri vardır. Kafasından din, tanrı ve ulus kavramlarını atmış bir birey olarak kimseye yaltaklanmak zorunda değilim. kemalizme karşı olduğum için şeriatçı, PKK'li, ermeni-yahudi-rum-rus-komunist- intibası uyandırmak (ki eğer ûyle görüyorsanız) bu benim tavrım değil sizin anladığınızdır.
Kurtuluş savaşı, kahramanlık hikayeleri, savaşçı ve kahraman bir millet olduğumuzu vesaire hepimiz duyduk bunları. Peki kurtuluş savaşında köylerden toplanan insanların zorla cephelere sürüldüğü neden konuşulmuyor?
Kimlik sorununun yanısıra anlayış sorunu da var insanlarda. Daha kavramların ne olduğunu dahi bilmeden karşıtlık oluşuyor. Bir de verilen eğitim sürecinde kafalara 'insan hayatının değeri', fikirler, haklar, gereksinimler, nesnel tarih, DOĞRULUK değil, "O olmasaydı yamyamlar annelerimizin ırzına geçerdi", "elimizdeki herşeyi yüceöndere borçluyuz" gibi saçmalıklarla tamahkar bir halk duygusu işleniyor ki bu da bir baskı ve daraltma ortamına dönünce özgür düşünce başlamadan noktalanıyor. Nasıl ki şeriat sorgulatmıyorsa içerisinde bulunduğunuz sistem de kendini garanti altına alarak, sorgulanmasını koyduğu yasalar, propagandası ve dur-durak bilmeyen kültür savaşı vasıtası ile engelliyor insanların düşünmesini. Biri çıkıp da "Yok kardeşim öyle değil, böyle!" deyince kafasına vurulup susturulmaya çalışılıyor.
Ama sorular dinmiyor, her yeni nesilde aynı soruları soracak birileri çıkıyor. Ne zaman elini atsan gerçek tarihe, 'resmi tarihin' saklayıp kimsenin bir kere bile anamadığı, o afralı-tafralı Makedonya'lı Mustafa Kemal'den çok daha Türk insanların kâtli çıkıyor ortaya. Bırakın tarih derslerinde size okutulan martavalları. Hiç duymayanlar, bilmeyenler, kopya çekerek geçenler, o yalan yanlış çarpıtılmış 'kemalist tarih'e mâruz kalanlardan daha şanslı. O insanları boku bokuna öldüren diktatörün savunucularına sormalı, "ne diyorsunuz, o "Savaşmayı reddedenlerin 'ibreti alem' olsun diye idam edilmesine?" diye... Osmanlının kahrını O KADAR çektikten sonra ne sebepten olursa olsun kimsenin savaşına gitmeme hakkında direnen bireyler? Mustafa Kemal' peşinde herşeylerini verdikten sonra diktatör tarafından keyfî olarak öldürülenler, her köşeye sıkıştıklarında, her kafaları attığında 'hain-bölücü' târifini değiştirip paranoyaklığa daha da batan kemalistler tarafından harcananlar... Onların hikayelerine ne oldu?..
Sadece cevaplarındaki ırkcılığı görmek için sorulur...
Bunlara rağmen her şeylerini, hayatlarını veren insanların değil de savaşta burnu dahi kanamayan komutanların kahramanlık hikayelerinin anlatılması ve varlık nedeninin onlara dayandırılması... Kemal'in bu denli ilahlaştırılması.BUNUN 90 SENE YAPILMASI.!. Bu kadar insana, zorla yapılması....hiçbiri insanlık değil bunların!
Sonra 'niye bu kadar dolusun' diye soruyor kemalistler "Niye bizden nefret ediyorlar?" diye soran aptal Amerikalı'lar gibi...
    EVET, Kusura bakmayın ama bunların konuşulmasının ya da eleştirilmesinin dahi engellenmesi bana hiç de etik gelmiyor, onun için elimden geldiğince zorluyorum tabuları. Biliyorum nasıl bir sabitfikirlilikle karşı karşıyayım, nasıl beyni yıkanmış insanların. Tarih nesnel olarak aktarılmadığı müddetçe bu ideolojiler kafalara kazınırsa bittabi kemalizm her gencin sarılacağı süper kahraman olur. Aslında sorunum geçmişteki ya da şu anki iktidarla bile değil, sorunum "iktidar"la. Adalet güç kullanarak sağlanamaz. İktidar olmak için de pasif kalınamaz ama iktidar isteyen kim? Kafası kapalı gamalist sabitfikirlileri içinde bulundukları garibanlıktan çıkarma gibi bir amacımız yok.
Gerçekte, hiç bir amacı yoktur bu yazının.. Basit olduğu kadar çetrefil 'türk esperantosu' bir dilin kelimelerinin dansını seyrediyorum ben de her okuyan gibi. Konuşmadığım bir dilde yazıyorum. Konuşmadığım insanlarla, ait olmadığım bir kültürle iletişim, hem ilginç hem de komik. Geçenlerde birisi 'türklüğünden utan' dedi...söyleyecek tek söz bulamadım bir anda. İnternet sayesinde her türlü fanatiklerle karşılaştım ama bu akılları çarpıtmış 'türkiye-şartlandırması' hem BF Skinner'i hem de Pavlov'u mezarlarında dansettirebilecek tek sosyal şartlandırma bence... Kimlik kargaşasında fanatikleştikçe fanatikleşen garip bir toplum. Onlarla beraber yaşamak zorunda olduğum zamanlar benim sıtkım-sıyırdılar, ben de şimdi bu birikimden bol kese harcıyorum, olay bu. Onların o kutsal zannettiği, tapındığı değerlerin üzerine böyle mecâzi olarak işiyorum, zevkle yaptığım birşey. Basit bir "elimde olsa mezarlarınıza da işer, bir de o 'tapınakkabir' denilen ucubenin ortasına sıçarım" ile sarsılacak tutuk kafalı insanların tepkileri bir tarafa, bütün bu tantana arasında 'duygusallığın ötesi' insanlığı, özgürlüğün onurunu görüp seçebilen insanlarla paylaşmak da cabası.


✖ kemalism is fascism..✖ kemalizm faşizmdir...✖kемализма это фашизм..✖kemalismus ist faschismus...✖kemalismo è fascismo... ✖ Le kémalisme est le fascisme ...✖

“Atakürt” , Ahmet Altan'ın '7 Nisan 1995' tarihli efsanevi makalesi

Atakürt
7 Nisan 1995
Ahmet Altan

Mustafa Kemal, Selanik’te değil de Musul’da doğmuş bir Osmanlı paşası olsaydı, Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle ve Kürtlerle birlikte gerçekleştirdikten sonra kurulmasına önayak olduğu cumhuriyetin adını “Kürdiye Cumhuriyeti” koysaydı, kendisi de Meclis kararıyla “Atakürt” adını alsaydı...
Kürdiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarına “Kürt” deneceği için hepimiz “Kürt” sayılsaydık, Taksim’e, Kadıköy’e, Kızılay Meydanı’na, Kordon’a “Ne mutlu Kürdüm diyene” pankartları asılsaydı...
“Kürdiye’de” Türk olmadığı, herkesin aslında Kürt olduğu söylenseydi, kendilerini Türk sananların aslında “deniz Kürdü” oldukları iddia edilseydi...

Kürtlerin “yedi bin yıllık” bir tarihi bulunduğunu, Anadolu’nun esas sahiplerinin Kürtler olduğunu, Moğolların, Hunların, Etrüsklerin aslında Kürtlerin atası sayıldığını, Osmanlıdaki Kürt paşalarının kahramanlıklarını derslerde okusaydık.
Teoman, Cengiz, Atilla, Osman gibi isimler almamız yasaklansaydı, Berfin, Beruj, Tiruj, Nevruz gibi isimler almak zorunda kalsaydık...
Türkçe televizyon kurulması yasak edilseydi, bütün televizyon yayınları Kürtçe yapılsaydı...
Romanlarımızı, hikayelerimizi, şiirlerimizi Kürtçe yazmak zorunda kalsaydık, yalnızca Kürt şarkıları dinleseydik, gazetelerimizi Kürtçe çıkarsaydık...
Okullarımızda yalnız Kürtçe okutulsaydı ve Türkçe okutulması yasaklansaydı...
“Biz Türküz, bizim bir tarihimiz, bir dilimiz var” dediğimizde sorgusuz sualsiz hapislere atılsaydık.

İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de, Bursa’da, Edirne’de polis sürekli olarak bizi izleseydi, “özel timler” bizim “Kürdiye Cumhuriyeti’ni” parçalamak isteyen “ayrılıkçılar olmamızdan” kuşkulanıp hepimize sürekli “suçlu” muamelesi yapsaydı, sırf Türk olduğumuz için hakaretlere uğrasaydık.
12 Eylül darbesinden sonra bütün batı bölgesindekiler hapishanelere doldurulsa, inanılmaz işkencelerden geçirilse, boğazlarına kadar çamurların içine battıkları hücrelere konsa, tazyikli sularla iç organları perişan edilse, azgın köpeklerle bacakları parçalansaydı...

Evlerimiz basılsa, ayrılıkçı “Türk teröristlere” yardım ettiğimiz iddialarıyla apartmanlarımız yakılsa, biz evimizden bir eşya bile alamadan çıkarılıp, Diyarbakır’a, Hakkari’ye sürgüne gönderilerek, çadırlarda yaşamak zorunda bırakılsaydık...
Biz Türkler buna razı olur muyduk, “işte hepiniz Kürdiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak birer Kürtsünüz, ayrıca Türklük diye niye tutturuyorsunuz, isterseniz başbakan bile olabilirsiniz” sözlerini bir hakkaniyet işareti olarak kabul eder miydik?
Yoksa, Türk kimliğimizin, dilimizin, kültürümüzün, bu ülkenin “eşit” vatandaşları olarak kabul edilmesinde ısrarcı mı olurduk?

Bu ülkenin Türk ve Kürt vatandaşları var ve tarih “Türk” çizgisinden yürümüş, bugün bizim “Türk” olarak kabul edemeyeceklerimizi Kürtlerin kabul etmesini istemişiz, bu yersiz istek sonunda patlamış, ülke önce teröre arkasından bir iç savaşa yuvarlanmış.

Türkiye’nin bu kanlı karmaşadan “demokrasiyle” ve Kürt vatandaşların “kimliklerinin” kabulüyle kurtulacağına inanan insanlar, bu düşüncelerini dile getirdiklerinde, bizim yöneticilerle taraftarları hep aynı soruyu soruyor:
- Nedir demokratik çözüm, nedir Kürt kimliği?
Biz Türkler, bir “Kürdiye Cumhuriyeti’nde” yaşasaydık ne isteyeceksek, bu isteklerin bugün Kürtler tarafından dile getirilmesini kabul etmektir demokrasi.
Kendimiz için isteyeceğimizi, bizimle eşit oldugunu kabul ettiğimiz insanlara vermemek için bu kadar kan dökmeye, ülkeyi bir çıkmaza sürüklemeye değer mi?
Değmez diyenler “demokrasi” istiyor işte.
Demokrasiyi getirmek çok mu zor zanaat?
 ★


✖ kemalism is fascism..✖ kemalizm faşizmdir...✖kемализма это фашизм..✖kemalismus ist faschismus...✖kemalismo è fascismo... ✖ Le kémalisme est le fascisme ...✖

25.6.11

atatürkistlerin monolitik 'vatandaş saplantısı'..


Bugün 21.yy'da Kemalizm eleştiricileri cephesinde bile, bu anlayışın bir bütün olarak cesurca tartışılması ve artık aşılması gerektiğini dile getirecek net bir pozisyon alış sözkonusu değildir. En liberal görünenler, solcu ve hatta anarşistler bile gerçekte belli Kemalist önyargılardan bütünüyle muaf değildirler. 80 yıldır Anadolu ve içindeki insanların iliğine işlenmiş totaliter bir rejimin tüm şartlandırmalarından, yalanlarından, en güzel ve müsbet fikir ve ideolojileri kendi emellerine alet edip yarattığı safsata 'sözde kültürden' kurtulmaktan daha acil ne olabilir t.c.'de??
AKP kemalizm dışı değil, kemalizmin ta kendisidir. Kemalist birikimin, kendi kuyruğunu yutan yılan misalî, kendisiyle kendi yarattığı demografi yoluyla hesaplaşmalıdır. Bu hesaplaşmaya dışarıdan bakarak sonrası için hazırlanmak yerine ipleri yukarıdan çekilen AKP ve tüm kemalist kadrolaşma arasında şaşkın kalmak istemeyenler anlamaya çalışsın: Kemalizm şu an bu ülkede bir rejim olarak yaşanmakla kalmayıp, "faşist kemalist rejim'e rağmen" değil, "faşist kemalist rejim yüzünden" çıkan 'Kürt Sorunu ve her türlü 'irtica' ve (AKP) gibi ürünlerinden de sorumludur. Tabii ki yönetimde olduğu zamanlarda ortaya çıkan, halledilmeyen sorunları üstlenmek istemeyip yerde-gökte suç bulmaya çalışmaları normaldir kemalizlerin. Bu zihniyeti Hitler'in Stalingrad hezimetini, Enver'in Kafkaslar hezimetini üstlenmeyip suçu başkalarında bulmasından sokaktaki garibanın 'milli takımlarının' hep hakem, yönetim, vs. sebeplerden kaybettiğine inanmasına kadar her yerde görebiliriz.
Anadolu'nun sorunları, 1938 Dersim Soykırımını bizzat yapan birinin ürünü kemalizmin doğası gereği halledemeyeceği sorunlardır. Yaptığı yapacağı, ancak kemalizmin çözülüş sürecinden sonra iyileşebilecek derin yaralar açmak.  Kurtuluş, kemalizmin sökülüp atılması, kurtuluşun yolu ise bu gidişatın sonunda meydana gelecek 'büyük yüzleşme' ile kimliklerin sorgulanması olacaktır. Kemalizmin ürünü derin yaralardan akan kanlar bunu gösteriyor, her nekadar kendi çıkarına olsa da beyni yıkanmış kalabalıkların aynı sonucu veren alışılmış tepkilerin dışına çıkamayacakları yeni çözüm teklifleri karşısında sudan çıkmış balığa dönmelerinden belli.
Ancak sosyoloji ve psikoloji ile ilgili olanların bildiği gibi, birşeyin tepki olarak büyüyüp güçlenmesi için sadece yasaklanıp sürekli bir baskı altında tutulması yeterlidir. Bahçıvanlar bunu bilir: budamak, bir çiçeği güçlendirir. Kendi diktasını tek parti diktasına, onu da osmanlının bürokrasisiyle Mussolini'nin devlet anlayışının karışımı bir sisteme dönüştüren diktatör MKemal, şapkasının keyfinden adam öldürtmekten İzmir suikast teşebbüsü sonrası rezilliklerine kadar ancak bizim bildiğimiz o 'Diktatör Kemal' olabildi. Belki "benim" diye sahiplendiği topraklarda onun sihirine kanmamış insanlara, kafasından yarattığı kimliklere 'hayır' diyenlere bu kadar gaddar olmasaydı atatürkçülerin hayallerindeki gibi görebilirdi dünya bu diktatörü, ama şu anda durum bu:
http://authoritarianism.blogspot.com/2006/05/top-10-profile-kemal-atatrk.html
Neler yapmadı ki 15 senelik diktası süresince? O kadar kan dökmesinin yanı sıra, yol yöntem de birisi hakkında fikir edinmemizi kolaylaştırır. Seyit Rıza'nın katli, ornek vermek gerekirse, Tupac Amaru'yu katleden İspantolları akla getiriyor. Ceset parçalamalar, mezar, iz kalmamasına özen göstererek herşeyi talan-ı tumar, dillerini bile yasakla ki inansınlar aztek olmadıklarına... malûm emperyalist güç gösterileri eksik kalmaz, böbürlenerek Adana'ya Hatay'ın üzerine oturmaya gitti Kemal Paşa, Dersim Soykırımını bizzat yönettikten sonra, bunu da bilmez resmi tarihin zihinsel köleleri.
     Ama ne dedi Seyit Rıza? Tabii ki tarih dersinde okumadınız, kahramanlığa gelince kocaman internette bunları gidip bulacak, kendisine yutturulan yalanlarla yüzleşecek kemalist neredee? İşte budur cesaret, gerçekleri görüp kabûllenebilmek, kendi tarihini, yalanların ötesine bakacak kadar merak etmek. Yoksa sürü hayvanı gibi korku içinde tutuk bir beyinle "düşman üzerine yürümek" iş değil.... Başı bilmeyene merak olsun, Seyit Rıza son sözlerini böyle bitirir :  
"Ama sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun.” 
    Yani Seyit Rıza kemalizmin geleceğinin haberini verir. Adaleti esirgeyenlerin rahat ve huzur bulamayacaklarını anlamak istemeyenlere son kez söyler, haince öldürülmeden önce.
Şu anda 2,5 milyon insanı bünyesinde çalıştıran, geri kalan milyonları da kurucusunun hayalindeki gibi toplum mühendisliğinin bir hammadesi olarak gören t.c. devleti, alenî din düşmanlığı ile karışık yarım-yamalak 'diyanetli laikliği' ve Kürdistan'daki israilvari 'imha-mahvetme' ve 'asimilasyon-sürgün' politikaları ile bu toprakların süregelen en büyük sorunudur. Onun için öncelikle "kemalizm faşizmin TA kendisidir, o ülkenin gerçekleri gözönünde bulundurulursa kanayan bir yaradır" diyoruz ya.



✖ kemalism is fascism..✖ kemalizm faşizmdir...✖kемализма это фашизм..✖kemalismus ist faschismus...✖kemalismo è fascismo... ✖ Le kémalisme est le fascisme ...✖

"Bazı modern diktatörler..." Emma Goldman türkiye'nin son 80 yılını öngörüp anlatmış.

Özgürlük sevgisi evrensel bir vasıftır, ve şu ana kadar hiçbir zorbalık yönetimi onu yoketmeyi başaramadı. Bazı modern diktatörler deneyebilirler, esasında kontrollerindeki her zulüm imkânı ile şu an deniyorlar. Böylesi bir projeyi sürdürebilecek kadar uzun sürse dayanabilseler de (ki hayâl etmesi zor), başka zorluklar da olacaktır. Önce o diktatörlerin, 'eğiteceği' insanları, onlara özgürlüğün nîmetlerini hatırlatacak geçmişlerindeki her türlü 'gelenek görenek'den ayırıp mahrum bırakmaları gerekir. Aynı zamanda onları özgürlük yanlısı fikirler kapabilecekleri öteki halklarla ilişkilerini kesmeleri/izole etmeleri gerekir.-Emma Goldman

Alaturka musikinin radyo ve gazinolarda yasaklanmasından sonra, Münir Nurettin, Hafız Burhan ve Safiye Ayla gibi şarkıcılar tango söylemeye başladılar. Her birinin 78 devirlik tango plâkları dahi çıkmıştı. Fakat, bir akşam Diktatörün canı Türk musikisi istiyor. O zaman Ankara'da musikişinas ve bestekâr Dr. Sıtkı Falay ve tamburi Osman Pehlivan var. 
"Hadi!" diyor Diktatör, "Onlara gidelim!".
Gece 22:00 sularında Dr. Sıtkı Falay’ın evine gidiliyor. Sıtkı beyin udu, Osman Pehlivan'ın tamburu ve Sıtkı Beyin eşi Vasfiye hanımın güzel sesi eşliğinde, Rumeli türküleri de araya girerek, coşkulu bir alaturka müzik ziyafeti veriliyor. Sarhoş Diktatör, "Bir daha! Bir daha!" diyerek tekrarlatınca, Osman Pehlivan'ın "Paşam siz emredince dinliyorsunuz, ama bunları dinlemek isteyen binlerce insan var!" yakınmasına,"Doğru söylersin Osman!" karşılığını veriyor.
"Hemen Radyo evine gidin ve fasıl yapın!" diye ekliyor.
Ercüment Behzatlar Radyoevi Müdürü'nü arıyor. Radyoevi Müdürü çok şaşırıyor ve yasağın kalktığına inanamıyor. Köşke telefon ediyorlar. Diktatör'ün emir verdiğini öğrenip, gecenin yarısında radyoda fasıl başlatıyorlar. Böylece, klâsik Türk musikisi üzerine konulan yasak, kısa bir aradan sonra tamamen kaldırılmış oluyor.



✖ kemalism is fascism..✖ kemalizm faşizmdir...✖kемализма это фашизм..✖kemalismus ist faschismus...✖kemalismo è fascismo... ✖ Le kémalisme est le fascisme ...✖

"Askerlere PKK Kıyafetleri Giydirdik"

Mert kıpti sirkatin söyler: 2005 yılında jandarma albay rütbesinden emekli olan ve daha önce "jandarmadaki telekulak" olayını deşifre eden Erdal Sarızeybek,
kitabı "İhaneti Gördüm"de askeri sırlarını açıkladı.

   TSK terörünün perde arkasını anlattığı kitabında Sarızeybek, 1992'de Şemdinli'de "halkı korumak" gerekçesiyle nasıl çatışma havası yarattıklarını ayrıntılarıyla anlattı. Kitabında yaptıklarını "terörle mücadele adına bazı çılgınlıklarımız" diye nitelendiren Sarızeybek, orospuçocukluğunu şöyle anlattı:

"Planım şuydu: İki üç gecede bir, 120 mm'lik havan aydınlatma mermisini ilçe merkezi üzerine atacaktım. Sonra, önceden belirlenmiş hedeflerin üzerine makineli tüfekle ateş açacak, sonra da roketleri ateşleyip, şehir üzerinde tam bir çatışma havası yaratacaktık. Ertesi sabah halkı, şehir meydanında toplayıp, muhtemel bir çatışmada şehrin ve halkın ne denli zarar görebileceğini, bu nedenle teröristlerin şehre girmesine izin vermemeleri gerektiğini anlatacaktık. Dediğimiz gibi de yaptık. Haftada en az bir kez bu uygulama Şemdinli'de yapılır oldu, hem de uzunca bir süre."
Emekli albay Erdal Sarızeybek, askerlerden "sakallı" timler kurduklarını ve PKK kıyafetleri giydirerek yollara çıkardıklarını da anlattı. Sarızeybek kitabında bu konuyu şu şeklinde anlattı:
"Ülke yanıyordu, gün geçmiyordu ki eylem olmasın. Bir ara çaresiz hale düştüğümüzü itiraf edebilirim. Neler yapmadık ki, askerlerden sakallı timler kurduk, bu timlere PKK kıyafeti giydirdik, yol güzergahlarına geceden çıkarıp emniyet almaya çalıştık. Bir konvoy emniyeti için, yüzlerce askeri geceden yürütüp kritik yerlerde emniyet almaya çalıştık"

BU SÖYLEDiKLERi....YA SÖYLE(YE)MEDiKLERi:
BEHDİNAN - Türk ordusunun 1995 yılında Şirvan kırsalında kimyasal silah kullanması sonucu, yaşamını yitiren 80 HPG gerillası toplu olarak gömüldü. Toplu mezarın yerini o dönem çatışmaya katılan korucuların da bildiği kaydedildi.

Görgü tanıklarının ifadelerine göre, 1995 yılında Şirvan kırsalında Şêx Cuma denilen alanda yapılan operasyona korucular da katıldı. Toplam sayısı 110 olan gerilla birliğiyle çıkan çatışmada çok sayıda kayıp veren Türk ordusu kimyasal silah kullandı. Görgü tanığı ANF’ye şunları anlattı:
“Bu dönemde yaşanan bu operasyonlarda ortaya çıkan çatışmalarda Türk ordusunun verdiği kayıplar vardı. Bu gerilla birliği kadın ve erkeklerden oluşmaktaydı. Operasyonun son zamanlarıydı, askerler verdikleri kayıplardan dolayı çılgına dönmüşlerdi. Bu dönemde artık son çare olarak, kimyasal silaha başvurdular. Bu uygulama sonucunda, 80 gerilla yaşamını yitirmişti. Bu operasyona bölgede yer alan korucular da katılmıştı. Onlar da bu saldırıları çok iyi biliyorlar. Ayrıca yaşamını yitiren 80 gerillanın şu anda nerede gömüldüğünü onlar da bilmektedir.”

‎'Faşist t.c.' deyince bazıları mecazi, bazıları abartma, bazıları genelleme zannediyor. Eski moda düz faşizmden bahsediyoruz. Ne yapacağı belli olmayan saldırgan faşizmden, malûm diktatörün mezarından yönettiği o tuhaf faşizmden bahsediyoruz. O ağızda sakız anti-emperyalist, ilerici, barışcı, insana saygılı martavallarına inanmayın siz. Bu devletin kademeleri soykırım yapmaya hazır gerçek kemalistlerle doludur.
Nasıl yeni doğmuş bir vahşi hayvan ne kadar şirin gözükse de eninde sonunda potansiyeli ancak bir 'vahşi hayvan' olmaktır, nasıl gözükürse gözüksün, hangi masallarla kendini saklamaya çalışırsa çalışsın, milliyetciliğin ruhu ırkcılık, yöntemi faşizmdir....
Onun için diyoruz ya:
 Milliyetcilik ırkcılıktır, faşizmdir....
Gerisi palavradır.





✖ kemalism is fascism..✖ kemalizm faşizmdir...✖kемализма это фашизм..✖kemalismus ist faschismus...✖kemalismo è fascismo... ✖ Le kémalisme est le fascisme ...✖

Ağlaşan ulusalcılar hakkında birkaç söz


   Niye sempati gösterelim şimdi bu paçavra-bayrak hastası ulusalcılara? 80 yıl "bu cumhuriyet değişmesin" diye anamızı ağlattılar. Şimdi kendileri ağlıyorlar. Özgürlüğün, insaniyetin önüne koydukları taşlar çatlıyor, eski kadrolaşmanın eski hali yok artık. Yaptıklarının seceresi enselerine yapışınca, rezilliklerini görmemezliğe gelemiyorlar...
AKP’nin türkiye insanlarına getirdiği alternatif, alternatif değil, ilkellik. Bunu yadsımak, kişinin o ilkelliğin bir parçası olduğunu gösterir, o kadar bariz yani. Bariz olmayan, AKP'nin sanıldığının aksine kemalizm dışı, kemalizme aykırı bir bir oluşum değil, kemalizmin zorla yarattığı tepkinin organize hali, dahili bir ürünü olması. AKP 'den nefret eden 'vatan elden gidiyor' atatürkçülerine anlatmak imkânsız olsa da işin onlar için rencide edici gerçeği bu:  ✖  Bu yeni model irtica, sonuçta kemalizmin yarımyamalak 'diyanetli laikliği'nin ürünüdür, kemalizmin kendisiyle hesaplaşmasıdır. Kendi yozlaşmışlığı ile içinden, kendi bünyesinden o meşhur laiklik takıntısı ile 'irtica'yı, sapık milliyetçiliği ile de 'pkk' ve Kürt sorununu çıkaran hep o demode kemalizmdir. ✖  Fikir özgürlüğüne düşmanlığı ile insanları fanatikleştiren, uyumlu yaşam ve barış olanaklarını kapayıp insanın hayat hevesini kursağında bırakan, hep o karabasan kemalist yaklaşımdır.  Siz 'vatan elden gidiyor' diye sayıklayan atatürkçülere bakmayın, Mustafa Kemal'in vasiyeti harfi harfine takip edilerek gelindi bu noktaya.
Balık baştan koktu, it ite-it kuyruğuna buyurdu,  popüler ve rezil rüsva juntalarımız oldu.
Aman bırakın AKP, DTP, CHP, MHP, ve ötekiler, kendilerine göre ters yönlerden çekiştirerek bu devletin taşlarını oynatsınlar. Kemalizm taşları, molozları yerinde durdukça ve çoğunluk kemalizm’i dolayısıyla onun adına darbe yapan orduyu övdükçe bu zihniyet değişmez. Atatürkün ipliğini pazara çıkaranlar bir yana, bırakın 'faşist olmadıklarını söylerken bile renklerini belli edenler emekli insan kasabı OsmanPamukoğlu gibi kaş yapmaya çalışırken göz çıkarmaya devam etsinler...
Kemalizm, statükodur, darbeci ordudur, MHP’dir. CHP’dir. YÖK'tür. TCK'dir. TMK'dir. Her kılıfa sokulabilinen, ilahına 1001 yoldan tapınmak ve militarizmden gayrı omurgası-prensipleri olmayan bildiğimiz kokuşmuş 19.yy milliyetciliğidir. Adamı güldürürler, bir taraftan laiklik sayıklayıp öteki tarafatan 'diyanet işleri müdürlüğüü' kurarak...

Ezberletilenlerden başka zerre dirhem birşey almıyor kafaları. Kemalistler, Atatürk'ü ve dönemini de bildiklerini zannederler. Halbuki tek yaptıkları klişe lafları tekrarlamak. Mesela, "Atatürk ilkeleri" diye öğretilen o ünlü altı maddenin, aslında 'CHP'nin ilkeleri, CHP'nin '6 Ok'u olduğunu, 1930'ların başında parti programına konduğunu, ancak daha sonra, 1937'de anayasaya girdiğini bilmezler. Niye? Çünkü o yıllarda Ankara'da, aynı Almanya'da ya da Sovyetler Birliği'nde olduğu gibi bir "parti-devlet bütünleşmesi" hayali var da ondan...
21.yy'da anayasasında bir 'KiŞi' ismi geçen 3 ülke var: Kuzey Kore, İran ve Türkiye... tebrikler.
tekrarlayalım:
*insan kendini bir ideoloji ile özdeşleştirirse, özdeşleştirdiği kadar takıntılı, sabitfikirli olur. İnanç, ideoloji...bir fark yok bilinci körletip insanı şapşallaştırmak için. Sıradan bir kimliğin temel taşlarıdır inanç-ideoloji, daha doğrusu 'iskambil kâğıtları'dır. Sıradan bir kimlik ister klübe, ister şato-saray olsun iskambil kâğıtlarından yapılmıştır. Onun için çok alıngan olurlar, üflesen sallanır "o koca kimlik". Tek kalmayı sevmezler, güruh psikolojisine  özdeşimlerinin zoru ile girerler, kişisel sorumluluklar bir anda bir kenara bırakılıp insanlık dışı eylemler 'savunma' kisvesi altında gerçekleştirilir..ama tabii "başka yol omadığı için mecburen" ve birtek o "değerli" inançlar için. 
SONRA VARSIN GELSİN İlkellİk, ırkcılık, şovenizm, katliam, asimilasyon, baskı, işkence...
Bakın bizden önce bu mesajla ortaya çıkanlara neler yaptılar... Bugün bile çoğu solcunun anlamayıp allak bullak olduğu bu mesajı, komprador burjuvazinin devleti t.c.'ye karşı verilmiş en epik savaşın komutanının kendisinden, bu mücadelenin en anlamlı sloganı şeklinde aldık : "kemalizm, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür." Babasına işkencede parçalanmış cesedi verilen İbrahim Kaypakkaya, bu mesajın tekerrüründe yaşamaya devam ediyor.



✖ kemalism is fascism..✖ kemalizm faşizmdir...✖kемализма это фашизм..✖kemalismus ist faschismus...✖kemalismo è fascismo... ✖ Le kémalisme est le fascisme ...✖

Pabucumun Solcusu, Korporatist Devletci !


Kemalizmi devletçi olduğu için sol olarak görmek, 'ulusalcı' olduğu için anti-emperyalist olarak değerlendirmek kadar yaygın bir yanılsamadır. Oysa Kemalizmin, sol düşünceyle, sosyalist fikirlerle hiçbir ortak tarafı yoktur.
  Kemalist devletçilik, devlet kapitalizmi demektir.
Sermayeye karşı değildir, bilakis sermaye sınıfını temel alır, onun gelişimini teşvik eder ve kapitalist sanayinin gelişiminin zeminini hazırlar. Nitekim daha cumhuriyet kurulmadan önce, Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresinde, Kemalistler, hem emperyalist sermayeye hem de yerli burjuvaziye ve özellikle de İstanbul’un kozmopolit ticaret burjuvazisine güvenceler vermişlerdi. Osmanlı borçlarının devralındığı ve hiçbir şekilde karşılıksız millileştirmeye girişilmeyeceği karara bağlanmıştı. Kongrede Mustafa Kemal, “yabancı sermayeye gereken güvenliği sağlamaya her zaman hazırız” diyordu. 20’li yıllarda bir dizi önlemle gerek yerli burjuvazinin gelişiminin önündeki engeller kaldırılmaya gerekse de yabancı sermayenin ülkeye gelmesi teşvik edilmeye çalışıldı.

Her türlü teşvike ve emeği sınırsızca sömürme hakkına rağmen 20’li yıllarda özel sektörün sanayileşme yolunda ciddi bir adım atamaması ve beklenen yabancı sermaye akışının bir türlü gerçekleşmemesi rejimi sıkıntıya sokuyordu. 1929’da tüm kapitalist dünyayı sarsan büyük buhran Türk ekonomisini de fena halde vurmuştu. Kemalist bürokrasi, bu krizin etkilerini hafifletebilmek için, 1930’lu yılların başlarından itibaren bizzat kendi eliyle temel tüketim maddelerini, sanayi için hammadde ve ara mamulleri üretecek büyük sınai kuruluşları inşaya girişirken bir taraftan da sanayinin gelişmesi için gerekli altyapı yatırımlarını yapmaya başladı. CHP’nin 1931 ve 1935 programlarında devletçilik şöyle formüle ediliyordu: “Aslolan ekonomik faaliyette bireysel teşebbüstür, ama bunun yetmediği yerlerde devlet gücü devreye girerek ekonomik kalkınmayı sağlar.” Yani devlet kapitalist sanayinin gelişimine destek olur ve onun zeminini hazırlar.

Böylelikle sağlanan iktisadi canlılık ve büyümeden faydalanan yine de uzun yıllar boyunca ticaret ve tarım burjuvazisi oldu. Sanayi burjuvazisi de bu dönemde gelişimini sürdürdü ama onun ciddi bir atılım yapması ancak 50’li yılların sonlarından itibaren mümkün olacaktı. Devletçilik politikasının önemli sonuçlarından biri de asker-sivil bürokrasinin giderek çok daha büyük oranlarda iş âlemine dalarak “burjuvalaşması” olacaktı. Devlet kapitalizmiyle burjuvazinin iktisadi gelişiminin önünü açan “halkçı” Kemalist rejim, sıra o halkın çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik haklarına gelince kılını bile kıpırdatmadı. Bir iş yasasının çıkması için cumhuriyetin ilanının üzerinden 13 yıl geçmesi gerekti. Sendika hakkı ancak 1947’de, Kemalist tek parti diktatörlüğü dönemi bittikten sonra tanındı. Grev ve toplusözleşme hakkı için ise işçi sınıfı tam 40 yıl beklemek zorunda kalacaktı.
Peki kapitalizmi devlet eliyle geliştirme anlamına gelen devletçilik emekçilere ne sağladı? Dizginsiz, kuralsız ve sınırsız bir sömürü! Emekçi halk kitlelerinin dizginsiz sömürüsü daha da arttıkça Kemalist rejimin “halkçılık” söyleminin de güçlendiğini görürüz! Daha 1927 yılında İsmet İnönü Meclis kürsüsünden şöyle haykırıyordu:
“Memlekette şimendifer yok, liman yok, köprü yok, yol yok, mektep yok, velhasıl hiçbir şey yok! Ben bunları yapacağım, bunları yapabilmek için paraya ihtiyaç var. Onun için milletin cebinde on para da bulsam alacağım.”
Köylü memleketin “efendisi” idi ve buğday üretiyordu, ama dünya krizi koşullarında köylüyü korumak için Buğday Koruma Kanunu da şarttı; ekmek yiyen herkes ekmek başına bir kuruş vergi verecekti! Her yetişkin erkek yıllık 8 ila 15 lira “yol vergisi” verecekti. Ortalama bir köylü ailesi için bu, yıllık yaklaşık 60 lira demekti, 1 ton buğday ise o dönemde 40 liraya satılıyordu! Tüketim malları üzerindeki vergiler 1927’den 1934’e %53 artarken, aynı dönemde kişi başına düşen gelir %40 azalmıştı. Hapishaneler vergisini ödeyemeyenlerle doluyor, 1932’de 700 bin kişi vergi ödeyemediğinden zorla yol yapımında çalıştırılıyordu! İlerleyen yıllarda burjuva devlet iki bin milyoner yetiştirmekle övünürken, zorla çalıştırma daha da yaygınlaşıyor, ücretler daha da düşüyor, işgünü resmen 11 saate çıkarılıyordu.
Tüm bunlar, devletçiliğin kimin çıkarına olduğunu göstermesinin yanı sıra tek parti diktatörlüğü dönemi bittiğinde, CHP’nin neden büyük bir seçim yenilgisine uğradığını da açıklıyor olsa gerek.


✖ kemalism is fascism..✖ kemalizm faşizmdir...✖kемализма это фашизм..✖kemalismus ist faschismus...✖kemalismo è fascismo... ✖ Le kémalisme est le fascisme ...✖