Katlinden 86. yıl sonra Şeyh Said♥.

Bugün ŞEYH SAİD'in idamının 86. yıldönümünde bu yazıyı  
ŞEYH SAİD'in isyanını kalbinde hissedenlere adıyorum:



     Kürtlerde sahip olunan koyun sayısı, zenginlik ölçüsüydü. Bu açıdan bakıldığında Şeyh Said varlıklıydı. O sürüye değil sürülere sahipti. Koyun üreticiliğinin yanında “Peze ner” denilen “Kısır koyun” ticareti yapıyordu. Satın aldığı toklu koçları (hogeç), yaz ayları boyuncu Bingöl Yaylalarında otlatıyor; sonbaharda “Aşağı Memleket” diye bilinen Musul, Kerkük, Şam ve Halep pazarlarına götürüp satıyordu. Ticaret nedeniyle Güney Kürdistan'a yaptığı seyahatler bir bakıma kendisi için dostlukları pekiştirme vesilesi oluyordu. Sürünün ardından, Kürt önde gelenlerini ziyaret edip, konaklaya konaklaya pazar şehre gidiyordu. Dönüşte başka bir yol izleyerek; görüşmeler yapıyor, dostlarıyla buluşuyordu. İlerleyen yaşlarında ticareti büyük oğlu Şeyh Ali Rıza'ya bırakıyor, bu sayede okuma ve toplumsal olaylara daha çok zaman ayırma imkânı buluyordu...




I. Dünya Savaşı sonucunda Kürdistan'ın Rîha (Şanlıurfa) şehrinde başlayan ve kısa sürede bütün bölgelere yayılan Kurtuluş Savaşı'nda emperyalist güçlerin, Kürt'üyle, Türk'üyle, Laz ve Çerkes'iyle tüm halkın verdiği direniş karşısında tutunamayıp kovulmalarından sonra, yeni rejimin aynı güçler tarafından,  İslâmî ahkâma terslik ve bu topraklarda yaşayan Kürt, Laz, Abaza ve hatta Arap ve Fars tüm halkların etnik kimliklerini inkâr edip herkesin Türk olduğunu iddiâ eden Türk nasyonalizmi olmak üzere halka taban tabana zıt iki ilke üzerine inşa edilmesi, "peygamber vârisleri" olmanın sorumluluğunu üzerlerinde hisseden
Kürd âlim ve şeyhlerini harekete geçirir.
Ayaklanma, gizli çalışan Kürt cemiyetlerinin 1923 yılı mayıs ayında kurdukları 'Kürt İstiklal (Azadi) Cemiyetinin' mücadelesinin ürünü olarak doğar. Cemiyet her biri beş kişilik gizli gruplardan oluşan yasa dışı bir cemiyet olup üyeler birbirlerini parola (örgüt) ismiyle tanırlardı...İlk zamanlar cemiyettin başkanlığı, Albay Cibranlı Xalid Beg'in elindedir...
Şeyh Said'in toplum içindeki yüksek otoritesi ve varlıklı oluşu cemiyet yöneticilerinin kendisiyle yakın ilişkiler kurmalarına ve beraber çalışmayı istemelerine neden olur. 1923 yazının sonunda Şeyh Said'in Kürt ayaklanmasının örgütlenmesi yolunda anlaşmaya varılır.

Şeyh Said yeni rejimin anti – İslâmî yapısından hiç hoşnut değildi, karşı koymayı her zaman için düşünmüştü. Nitekim Şeyh Sâîd, 27 Aralık 1924 tarihinde Xînûs (Hınıs)'tan Qırıkan (Kırıkhan) köyüne gelir. Mir Selim-ê Zirkanî ile bölgenin tüm ileri gelenleri, Şeyh Sâîd 'i burada ziyaret ederler. Ziyaret esnasında Şeyh Sâîd'in oğlu Ali Rıza Efendi de Halep'ten Qırıkan'a gelmiştir. Şeyh Sâîd, kararını ilk olarak burada açıklar. Bu karar, hür Kürdistan için harekete geçmektir. 
Şeyh Sâîd eve döner ve 2 Ocak 1925'te hânımına durumu izâh ederek evden ayrılacağını ve devlete karşı ayaklanacağını söyleyince hânımı karşı çıkar: Ama Şeyh Sâîd'in cevâbı nettir: 
"Hanım hanım! İslâm'ın namusu ayaklar altındadır." 
 Şeyh Sâîd 13 Şubat günü Amed'in Erğenê (Ergani) ilçesine bağlı Pîran köyüne (bugünkü Dicle ilçesi) gelir. O'nun geldiğini duyan halk, tekbîr getirmeye başlar. Pîran halkı, Şeyh Sâîd'i "Allâh-u Ekber" feryâdlarıyla karşılar. 
O anda Pîran'da bir dilan (düğün) vardır. Şeyh Sâîd ve cümle ekâbir, düğüne iştirak ederler. Şeyh Sâîd düğünde bir konuşma yaparken devlet tarafından hazırlanmış kontrgerilla (12 kişilik bir müfreze) yörede aranan cinayetten sanık Kürtleri gördüklerini söyleyip "biz bu suçluları götüreceğiz" diye ısrarda bulunurlar. Ancak Kürtlerde bir gelenek vardır ki, saygın bir şâhsiyetin bulunduğu bir yerde, ne adam götürülür ve ne de insan öldürülür. 
Şeyh Sâîd'in kardeşi Şeyh Abdurrâhim de bu hâdiseyi yumuşak bir dille anlatır. 
Ancak, bütün bu izâhat, jandarmayı bir türlü tatmin etmez, "biz bunları silâhla götürürüz" diye silâha davranırlar. Zaten asabî olan Şeyh Abdurrâhim, lâftan anlamayan ve olay çıkarmak için gönderilen bu askerlere silâhla mukabele edince, oradaki cemaat ile askerler arasında da karışıklık çıkar. Bunun üzerine bütün hareket planları vaktinden önceye dönüşmüştür. Artık bir yıl sonra düşünülen hareket hazırlıksız başlamış, Pîran köyünde 12 Şubat 1925 günü silâh ve tekbîr sesleri biribirine karışmıştır. Yapılan çatışmada,  bir müfreze mülâzımı ölür, birkaç asker yaralanır, diğerleri de esir alınır.
"Milliyet" gazetesinde köşe yazarlığı yapan Metin Toker, "Şeyh Sâîd İsyanı" başlığı altında, 23. sâhifede 13 Şubat Pîranı'nı şu şekilde anlatır:
"Şeyh Sâîd, yanındaki eşkiyanın teslimi talebini ileten teğmene oldukça yumuşak davranırken, durumu da el altından kolaçan ettirdi. Aralarında Vartolu Nebî ve arkadaşları da vardı. Bunlar çok önceden suç işlemişler, hapse girmemek için dağa çıkmışlardır. Yahut başka yerlere saklanmışlardı. Sonradan bazıları Şeyh Sâîd'in mâiyetine katılmışlardı. Dördü ağır hükümlüydü. Kıtalden aranıyorlardı. Jandarmanın asıl aradığı bunlardı.

Jandarma komutanı, Üsteğmen Hasan Hüsnü Efendi idi. Yanında, Teğmen Mustafa Asım Efendi ve 15 kişilik bir müfreze bulunuyordu. Subaylar aradıkları eşkiyanın köye gelip de Bahri'nin evine saklandıklarını öğrendiklerinde binayı sarmışlardı. Bu, Pîran'daki evler gibi iki katlı bir basit yapıydı. O zamanki adıyla Calan mahallesindeydi. Şimdi mahallenin adı Yeşilyurt olmuştur. Bahri'nin evi hâlâ durur. İki tarafına dükkân ve kahvehanelerin sıralandığı toprak, caddeden sola dönüldüğünde dar bir sokağa girilir. Sokak, az ilerdeki tepelere kadar uzanır. Bugün evin o sokağa bakan pencerelerinde patiska perdeler ve çiçek saksıları vardır.

O unutulmaz 13 Şubat 1925 Cuma günü ikindi vakti, jandarmalardan bir kısım evin damına çıkmışlardı. Teğmenler kapının önünde dolaşıyorlardı. Arada bir içeridekilere "Teslim olun!" diye sesleniyorlardı. Fakat içerden küfürle mukabele ediliyordu. Halk civaia birikmişti ve hâdiseyi hem merakla, hem de jandarmaya karşı düşmanca seyrediyordu.

Şeyh Abdurrâhim'in evinden Bahri'nin evine gizlice haber uçuruldu. Teslîm, bahis konusu değildi. Şeyh Sâîd, emrindeki bu iyi vurucu kimseler yakalandıktan sonra kendisinin tevkifine kalkışılmasından korkuyordu. Teğmenlere tekrar ricacı saldı:

- Biz onlarla beraber geldik, yoldaşız. Kendilerini şu ara bana bağışlayın ve ben buradayken bir şey yapmayın. Hele ben gideyim, sonra ne isterseniz yaparsınız.

Ama jandarma da, kuşlar bir kere kafese girmişken onları salıvermek niyetinde değildi. Şöyle bir anlaşmaya teğmenler rıza gösterdiler: Bahri'nin evindeki 12 kişiden 8'ini bırakmaya hazırdılar. Fakat dört azılı katil mutlaka teslîm olmalıydı.

Şeyh Sâîd, bunu sağlayacakmış gibi bir tavır takındı.

Eşkiyanın planı şuydu: 8 kişi evden serbest çıkacaklardı. Bunlar mahalleye bakan tepelere bir anda tırmanacaklardı. Zaten silâhlıydılar. Ordan jandarmaya ateş açacaklardı. Aynı zamanda evde kalan dört kişi de bu ateşe katılacaktı. Bu suretle jandarma iki ateş arasında bırakılacaktı. Şeyh Abdurrâhim ve adamları da yetişecekler, onlar da ateş edeceklerdi. Zaten Şeyh, mavzeriyle sokaktaydı.

Plan aynen tatbik olundu. Jandarma üç yanından ateş yiyordu. Üsteğmen Hasan Hüsnü Efendi , müfrezesine geri çekilme emrini verdi. Bir ölü iki yaralı bırakmıştı. Öbür tarafta ise Pîran'da kalmayı tehlikeli gören Şeyh Sâîd Efendi, oradan Maden'e doğru yola koyuldu."

 
Yer: Pîran… Tarih: 13 Şubat 1925 
Şeyh Said isyanı başlar.


Olay olur olmaz, Mîr Sâlih-ê Hênê, Faqih Hesen, Molla Hesen, Şeyh Şerif-ê Palewî, Şeyh Sâîd'in kardeşi Şeyh Tâhir-ê Xwînî'ye anında haber veriliyor. Yani, "hâdise patladı ve herkes tedbirini alsın" diye bildiriliyor. Aslında Şeyh Said, Kürtlerin genel bir ayaklanmaya hazır olmadıklarını biliyordu. Bu yüzden de, Piran da meydana gelen olayı yerinde sınırlı tutmak ve diğer yerlere sıçramasını önlemek için Piran'ı terk ederek Genç'e gider. Fakat kardeşi Şeyh Tahir, olayı duyduğu zaman 10 Şubat'ta Lice postanesine el koyar. 11 Şubat'ta iki yüz adamla beraber Genç'e gelerek el koyduğu bütün para ve belgeleri Şeyh Said'e teslim eder. Bu iki olay, ayaklanmanın başlamasına neden olur... Şeyh Said, fiilen vaktinden önce başlayan birtti ayaklanmanın başına geçer...
Çêwlîk (Bingöl)'in Dara Hênê (Genç) ilçesi "Geçici Başkent" ilan edilir. Şeyh Sâîd, Dara Hênê'deki Ziraat Bankası  mal sandığı ve kasalardaki paralar eminliğine güvenilen Yusuf Ağa'nın evine taşınır. 
14 Şubat'ta Şeyh Said, sayıları on bine varan beraberindekilerle Genç'e el koyar. ...Mistan aşiret reisi Faki Hasan'ı kaymakamlığa tayin eder. Genç şehrini geçici başkent yapan, her Kürd'ü din yolunda mücahit kabul eden, dinsel ve dünyevi yetkileri Şeyh Said'te toplayan, bütün vergi ve eserlerin Genç'te toplanmasını yürürlüğe sokan geçici bir kanun çıkarılır.

Şeyh Sâid isyanında Çêwlîk'in (Bingöl) Dara Hênê (Genç) ilçesi "Geçici Başkent" ilân edilse de esas başkent Amed'dir, ancak zaten henüz isyan başlayalı bir gün olmuştur ve Amed daha ele geçirilememiştir. . Dara Hênê'de ise isyanın başladığı gün yediden yetmişe herkes Şeyh Sâîd'e biât etmiş, hareketin saflarında yer almıştır. Yani orası, her hâlükârda kurtarılmış bir yerleşim birimidir. Aslında isyan Dara Hênê'de başlatılmak istenmiş, ancak gelişmeler gereği Pîran'da zorla başlamıştır. 
Şeyh Sâîd'e, Dara Hênê'de jandarma teğmeni Mehmed Mihrî Hacı Mustafa Ağa'nın oğulları yardım ederler. Şeyh Sâîd, Pîran'dan (Dicle) çıktıktan sonra Xâlid-ê Hesenan, Heyder oğlu Xâlid, Xezan(Hizan)'lı Selahaddin, Mıjlı Qâsım ve Rıza ile birleşir. 
14 Şubat 1925'te Dara Hênê'ye yarım saatlik mesafedeki Kupar köyüne gelen Şeyh Sâîd, geceyi burada geçirmeye karar verir. Bu sırada Şeyh Sâîd'in önünde giden kuvvetlerin Dara Hênê'yi ele geçirdikleri haberi Qupar'a ulaşır. Şeyh Sâîd, 16 Şubat 1925'te Dara Hênê'ye gelerek Hacı Sâdıq, Ömer Faro ve Çapakçur'un (eski Bingöl) Mıstan aşireti ve Botan aşiretleriyle 20 Şubat'ta Lıcê merkezini ve çevresini denetime aldırır.
Şeyh Sâîd , Lıcê yakınlarındaki Til (Dernek) köyünde konaklarken kardeşinden aldığı bir haberden Serdê (Şeren) köyünden Şeyh Mûhâmmed Mehdî'nin, hükûmet kuvvetlerinden bir alayı Fis ovasında bozarak Amed istikametinde geriye attığı öğrenilir.
Ordu birliklerine karşı kazanılan bu başarı, Şeyh Sâîd kuvvetlerinin moralini yükseltir ve bozguna uğrayan alayı geriden kuşatmak üzere Karaz (Kocaköy), Mûhâmmedyan (Arkbaşı), Gırikê Hecî Faris (Tepecik), Xawrê (Yazı) ve Şaqlat (Şaklat) cephelerini tutmaya koşarlar.

KALBi KARA ANKARA

Bütün bunlar olurken, devlet de hararetli günler yaşamaktadır.. Durumu oldukça ciddî gören Genelkurmay Başkanlığı, 3. Ordu Müfettişliği'ne askeri harekat emiri verir.  18 Şubat 1925'teki Meclis Celsesi'nde bir önerge verilmiş, bunun üzerine İçişleri Bakanı şu açıklamayı yapmıştır: 
"Şeyh Sâîd adında bir eşkiya çıktı ortaya. Taraftarlarıyla beraber etrafta yağmacılığa başladı. Fakat hükûmetimizin ciddî tedbirleri neticesinde pek yakında tamamen bastırılacağı tabiîdir."
      Şeyh Sâîd isyanı başladığında, TC'nin hükûmeti tamamen değiştirilir. İsyan başlangıcında Fethi Okyar, bu meseleye biraz daha ılımlı baktığı için, Mustafa Kemal'in emri ile istifa ettirilip kabinenin başına onun yerine sürekli olarak "biz hocaları ortadan kaldırmadıkça, hiçbir şey yapamayız" diyen asker kökenli İsmet İnönü, Mustafa Kemal tarafından hemen Ankara'ya çağırır. Bunun üzerine İnönü, 21 Şubat Cumartesi günü Ankara'ya varır. İstasyonda M. Kemal tarafından karşılanır. Beraberce Çankaya'ya giderek durumu incelemeye otururlar. Bu sırada Bakanlar Kurulu da gerekli tedbirleri görüşüyordur. 
Görüşme sonrasında Bakanlar Kurulu, M. Kemal başkanlığında toplanır. 22 Şubat gecesinin geç vaktinde 23 Şubat sabahında Türk bakanlar kurulu diktatörlerinin başkanlığında olağan üstü bir toplantı yapar. Doğudaki durumun tartışılmasından sonra Adliye Bakanı Mahmut Esat, hükümete şu kanun tasarısını sunar:
    1.      Örfî idare bölgesindeki suçlar için İstklal Mahkemeleri teşkil edilecektir. Örfî idare bölgesi dışında kalan memleket parçalarında işlenen siyasî ve asayiş suçlarına bakmak üzere de Ankara'da ayrıca ikinci bir İstiklal Mahkemesi kurulacaktır. İsyan bölgesindeki İstiklal Mahkemesi kararları DERHAL, Ankara İstiklal Mahkemesi'nin idâm kararları ise Meclîs tasdikinden sonra yerine getirilecektir.
    2.     Her türlü teşkilat, tesisat ve neşriyat hükûmetin isteği ve Cumhurbaşkanı'nın onayı ile yasaklanabilecektir. Böylece iç politika ile ilgili yayın yapan gazeteler kapatılabilecek, bunların sahip ve yazarları Ankara İstiklal Mahkemesi'nde hesâba çekilebilecektir.
...Toplantı, olağan üstü durum ilan ederek, ayaklanma bölgesinde bir ay süreyle sıkıyönetim kararı alır. 23 Şubat'ta hükûmet, durumu ve alınacak önlemleri, CHF ( Cumhuriyet Halk Fırkası ) meclis grubuna iletir.
"Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na,
Ergani vilâyetinin bir kısmında devletin silâhlı kuvvetlerine karşı meydana gelen isyan, Diyarbekir, Elâziz, Darahini vilâyetlerine de geçmiş ve genişlemeye müsâit görünmüş olduğundan Muş, Ergani, Dersim, Diyarbekir, Mardin, Urfa, Siverek, Siirt, Bitlis, Van, Hakkâri vilâyetleriyle Erzurum vilâyetinin Kiğı ve Hınıs kazalarında bir ay müddetle Örfî İdâre ilân edilmiştir ki, anayasanın 86. maddesi gereğince keyfiyeti yüksek meclisin tasdikine arzolunur."
 Meclis grubunda İsmet İnönü, söz alır ve yaptığı konuşmada her zaman olduğu gibi, "mürtecîlerin öteden beri tâhrikleri vardır; bizim görevimiz parti olarak hükûmete güvenmek ve bu gibi hâdiselere karşı şiddetle hareket eden ve edecek olan hükûmete yardımdır" der. Yaratılan "vatana ihanet" hezeyanı ile Meclis, M. Kemal'in diktasının esiridir artık zaten...kanun oybirliği ile onaylanır.

BURADA DiKKAT EDiLECEK BiR NOKTALAR: 

1925'de Doğuda ayrı, Batıda ayrı kurulan İstiklal Mahkemelerini günümüzdeki CMUK (Ceza Mahkemeleri Usûlü Kanunu) ile KARŞILAŞTIRIN !
Zaten TC tahakkümü altında 80 yıldır Fırat'ın batısında ayrı, doğusunda ayrı kanunlar uygulanıyor. Diyarbakır'daki İstiklâl Mahkemeleri ile Ankara'daki İstiklâl Mahkemeleri arasındaki ayrım, sadece uygulamada "ilk" olma özelliğine sahiptir… Tedbir teklifinin ilk maddesindeki "isyan bölgesindeki İstiklal Mahkemesi kararları DERHAL, Ankara İstiklal Mahkemesi'nin idâm kararları ise Meclîs tasdikinden sonra yerine getirilecektir, ifâdesi en iğrenç ve vahşî bir şekilde uygulamaya da konuldu!
Bu Kürdistan'daki idâm kararlarında delil-kanıt aranmayacağının ifâdesidir. Şeyh Sâîd isyanı'nda, TC tarafından eşine ender rastlanır bir terör estirildi; rejim, önüne gelen herkesi astı. Sırf Türkçe bilmediği için asılanlar oldu. Hâkimler kimi zaman karşılarına Türkçe bilmeyen insanlar getirildiğinde, "Türkçe bilmeyen birinden vatana millete zaten fayda gelmez" deyip idâm kararları veriyorlardı. Ne de olsa Kürdistan halkı "hem müslüman, hem de Kürt" idi, yani iki düşman kimliğini üzerinde taşıyordu. Kürt olup da müslüman olmayan biri "Kürt olduğu için", Türk olup da müslüman olan biri "müslüman olduği için" ( örneğin İskilipli Atıf Hoca ) idâm edilir; ama "hem müslüman, hem de Kürt" olan biri iki suçu birden işlemekte, "gerici ve bölücü" olarak adlandırılmakta ve ona idâm cezası bile az görülmekteydi. 

İdâm cezası az geldiği için, "hem müslüman, hem de Kürt" olan Şeyh Sâîd, idâm edilmekle kalmamış, bir de ölüsüne ve ruhuna eziyet etmek için, bu cesedi üzerinde ayrıca sinema ve orduevi inşâ edilmişti. Bunlar,Kürdistan'ın  yakın tarihidir. Bunların böyle olmadığını ileri sürenler, ya gerçekten câhildirler veya yalancıdırlar. Kızılderililer'in tâbiriyle "çatal dillidirler. Bunları dedelerimizden, babalarımızdan, amcalarımızdan dinleyerek büyüyenler Türkçe'yi ilkokulda öğrendi. Beyaz Adamlar'ın "en iyi kızılderili, ölü bir kızılderilidir" dedikleri gibi, bunlar da "en iyi Kürt, ölü bir Kürttür" dediler;  Kürtler'in ölülerini dahi rahat bırakmadılar ama halâş başarılı olamadılar.
 Zilan Deresi'nde su yerine kan aktığını, Palo halkının Murat Nehri suyunun kırmızı akması karşısında donup kaldığını bilenler, çok iyi bilirler Mustafa Kemal ve onun kemalist itlerinin gaddarlığını.


Üzerinde durulacak iKiNCi NOKTA ise İnönü'nün tedbir teklifinin ikinci maddesidir. Şeyh Sâîd isyanı başladığında hiç bir basın – yayın organı bunu gerçek olarak aktarabilme şansını elde edemez; çünkü hepsi susturulur. İç politika ile ilgili yayın yapmak yasaklanır. Böylece rejim, istediği şekilde propaganda kampanyası düzenler. Şeyh Sâîd isyanı olduğunda, Türkiye'nin batısındaki halk, Ermenîler'in isyan ettiğini sanıyordu. Çünkü TC, onları bu şekilde kandırmıştı. 

BASKI  VE ASiMiLASYON POLiTiKALARI SANSÜRSÜZ OLMAZ, OLAMAZ!

24 Şubat günü yapılan TBMM toplantısını izleyen M.Kemal, önce Çankaya'da Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzî Çakmak, ikinci başkan General Kâzım Orbay ve İnönü ile birlikte askerî tenkil planını tertipler. Bu plana göre, ayaklanma bölgesi en kısa zamanda büyük kuvvetlerle sarılacaktır. Harekât, Kalikala (Erzurum), Erzîngan (Erzincan), Sebaset (Sıvas), Amed (Diyarbakır) ve Mêrdîn (Mardin) üzerinden gönderilecek birlikler tarafından yerine getirilecek ve hava kuvvetleri derhal harekete geçecekdir. Bu arada General Kemalettin Sami Paşa, Kürt meselesiyle ilgili hükümetin önünde üç temel görev bulunduğunu; birinci olarak ayaklanmaya karşı acımasız ve kanlı bir bastırma gerektiğini, ikincisi olarak, ayaklanmaya katılsın, ya da katılmasın; bütün Kürtlerin silahsızlandırılacağını, üçüncüsü de; Kürtlerin ülkenin diğer yörelerine çoğunluğu oluşturmayacak bir biçimde dağıtılması ve Türklerin Kürt yörelerine yerleştirilmesi gerektiğini açıklar. Bu, t.c. hükümetlerinin gelecek 80 sene boyunca Kürtlere karşı siyasetinin üç temel noktası olacaktır...Nisan başında askeri komutanlık, yaptığı açıklamada 'Şeyh Said'i sağ yakalayanın bin altın lirayla, (8 bin kağıt lira) ölü getirenin yedi yüz altın lirayla ödüllendirileceğini; onunla birlikte olan ya da yönetimi altında çalışanlardan kim ki onu sağ ya da ölü teslim ederse affedileceğini ve ödüllendirileceğini' belirtir. Ayrıca hareketin bastırılabilmesi için, oradaki şeyhleri elde etme amacıyla, kendi uzantları olan insanları yetkilendirerek, para ve gelecek vaadederek satın almaya çalışırlar...

Bunlarla yetinmeyen Mustafa Kemal,  İnönü'nün Takriri Sükun Kanunu ile devletin isyanın üzerine sertlikle gideceğinin işaretini verir. Takrir-i Sükun görüşmeleri,  Kürdistan'a yaşama hakkı vermek taraftarları ile fanatik kemalistlerin hesaplaşmasına dönüşür. Terakiperver Cumhuriyet Fırkası liderleri, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Rauf Bey, Takrir-i Sükun’a karşı çıkarlar. Onlara göre isyancılarla masum halkı ayırmak gerekmektedir. Takrir-i Sükun, özgürlükleri ortadan kaldıracak ve bir dikta idaresi kuracaktır. Bu zaten bilinen gerçekleri tekrarlayarak sonuca etki edemeyeceklerini bilmeyen liberal muhalifler ile kemalist muhafazakar milliyetçiler arasındaki sert tartışmalar sürerken  Cumhuriyet Halk Fırkası içinde de bir bölünme olmuştur. CHF'nin 92 millitvekili isyanın üzerine sertlikle gitmekten yana tavır koyarken 60 milletvekili buna karşı çıkmaktadır. Diktatör Mustafa Kemal, 2 Mart günü kürsüye çıkarak: “Milletin elinden tutmaya lüzum vardır. Devrimi başlayan tamamlayacaktır.” buyurduktan sonra  4 Mart tarihinde 58 nolu Takriri Sükun Kanunu "kellelerin uçması" tehditleri ile geçirilir ve hükümete geniş haklar veren bu kanun, ilan edildikten sonra, kanun iki yıl yürürlükte kalır...(sonra yerini Elaziz, Urfa, Hakkari, Bitlis, Diyarbekir, Siirt, Mardin ve Van illerini kapsayan bölgede daha güçlü bir yönetim kurmak için 25 Haziran 1927 tarihinde 'Umum Müfettişlik Teşkiline Dair Kanun' çıkarıldı. TC'nin baskı-sürgün-asimilasyon politikaları esasta hiç değişmedi)
'Terakkiperver' mebusların muhalefetine rağmen iki istiklal mahkemesi kurulur. Birincisi Ankara da, yetkileri sınırlı ve bütün Türkiye içindir. İdam kararlarını TBMM'nin onaylanması gerekiyordur. İkincisi ise, Vilayeti Şarkıyye ye bakan sınırsız yetkili mahkemedir...
7 Mart'ta ülkenin bir bölümünde olağanüstü durum ilan edilir. Ertesi gün Mustafa Kemal halka, askere ve memurlara "ayaklananların dine sığındıklarını, karşı devrimci amaçlar peşinde olduklarını" vurgulayan bir konuşma yaparak diktatörlüğünü meşrulaştırmaya çalışır.
Birkaç gün sonra, Cumhuriyet Halk Fırkası: Ayaklanma bölgesindeki 'olağanüstü' mahkemelerin verdikleri idam kararlarının sadece bölge askeri komutanlarınca onaylanmasını içeren hükümet kararını onaylar.
Muhalif milletvekillerinin itirazlarına rağmen TBMM, 31 Mart'ta 695 nolu kanunu hükümetin önerisi doğrultusunda onaylar...
Bu arada kemalistler para karşılığı satın aldıkları o zamanın "korucu"larını isyan hareketinin üzerine salarlar.
İSYAN ATEŞİ
Bunlar olurken ayaklanma kısa sürede dört doğu vilayetini kapsayan geniş bir alana yayılmştır.
20 Şubat 1925 de Hanili Salih Bey kuvvetleri Şeyh Said'e katılarak Lice ve Hani'ye el koyar. 28 Şubat ta Şeyh Şemsettin'e bağlı kuvvetlerden büyük bir bölümü Diyarbakır yakınlarında kendisine katılır. Öte yandan Şeyh Said'in kardeşi Abdurrahim, 29 Şubatta Maden nahiyesinde (Elazığ'ın ilçesi) ayaklanır. Şeyh Eyüp de beş yüz savaşçı ile Çermik'te Şeyh Abdurrahim'e katılır ve ikisi birlikte Ergani'ye yönelir.
28 Şubat'ta Palu Şeyh Said'in ve o zaman yirmi bin savaşçıya ulaşan Kürt ordusunun karargahı olur. Burada, Mardin, Ergani ve Maden de bulunan Kürt kuvvetlerinden haber alırlar. Aslında başarıya ulaşmalarının ve ilerlemelerinin nedeni, düzenli bir ordunun örgütlü saldırısının sonucu değildi. Şeyh Said'in kendisi de düzenli bir ordunun komutanı değil, fakat birinci derecede şeyhlerin reisliği altında olan Kürt aşiretlerinin başıydı. Kürtler ilerledikçe yöre halkı da kendilerine katılıyordu...


İSYANIN EN SICAK ANINDA 
Mezrâ'nın (Elâzığ)fethi, Şeyh Sâîd tarafını büyük bir sevince boğar. Artık hedef, Meledî (Malatya)dır. Bu amaçla, Şeyh Sâîd'in askerleri Meledî'ye doğru yola çıkar. 
Şeyh Sâîd kuvvetlerinin büyük bir kısmının Mezrâ'dan Meledî'ye doğru yola çıkması, bölgede TC'nin yardakçılığını yapan bazı aşiretleri ğaleyana getirir. Doğandede oğlu Hûseyn Efendi liderliğindeki Xîzan ve İzolî aşiretleri ile Oxî (Ohi) bucağından Necîb Ağa, Hecî İbrahim Bêritanî ile birlikte Dumanî oğlu Hûseyn ile Mamıkî Dersîm'in Lolan, Soran ve Dep'in (Karakoçan) Avdelan aşiretleri ile Mezrâ halkının bir kısmı, hükûmet kuvvetlerine yardım ederek, Çêwlîk'teki Şeyh Sâîd kuvvetlerinden geride kalanlarının büyük bir kısmını öldürerek Mezrâ'yı TC rejimine teslim ederler. İhânet, sadece Mezrâ (Elâzığ) ve Meledî (Meledî)'de olmaz.
Şubat ayının sonlarında Şeyh Sâîd askerleri, büyük bir atak yaparak Çêwlîk (Bingöl)'in Gêğî (Kiğı), Xorhol (Yayladere) ilçelerine ve Dep üzerine yürümüş, ancak Gêğî'deki Xormek aşireti, Şeyh Sâîd askerlerini arkadan vurmuştur. Böylece Şeyh Sâîd Efendi'nin Xormek aşiretine daha önce gönderdiği mektup bir işe yaramamış; Xormek aşireti, Şeyh Sâîd'e biât etmesine rağmen O'nu arkadan vurmuş ve Gêğî bozgunu, harekette bir dönüm noktası olmuştur.
Kürt kuvvetleri AMED'i ele geçirmek için 11 Mart gecesinde yaman savaşçılardan seçilmiş bir kuvvet ile Mardin kapısından şehre girmeyi başarırlarsa da aynı gece yüz elli Kürt çatışmalarda yaşamını yitirir.. Şeyh Said, mücahidlerine geri dön emrini verir.  Etrafları kuzeyden kırk bin, güneyden otuz bin askerle sarılmıştır...
Şeyh Said kuvvetleri Hani vadilerine doğru geri çekilir. Ergani de kırılan Şeyh Abdurrahim'in kuvvetleri de kendilerine katılır. Kısa bir direnişten sonra, ayaklanmacılar, Dara Hêni'ye doğru geri çekilmek zorunda kalırlar. Orada gruplara ayrılarak, Genç, Palu ve Çapakçur ormanlarında kaybolurlar. Şey Sait, diğer Şeyh ve aşiret reisleriyle Dara Hêni'yi terk ederek, 27 Mart'ta Çapakçur'a gider.
Türk ordusuna yardım eden nedenler çoktur:  Elazığ ve diğer illerdeki kargaşalık, başıbozukluk, talan ve Kürt önderleri arasındaki anlaşmazlıklar, onlardan ve aşiret reislerinden bazılarının (özellikle Elazığ' daki aşiretlerin) Türk tarafına gitmeleri! Örneğin Oxha'lı aşiret reisi Necip Ağa ve Elazığ Beyleri, öte yandan Dersim'in doğusundaki Kiferan, Lolan, Abuzalan ve Şoran gibi aşiretler, ruhani lider Dumandioğlu Hüseyin yönetiminde, Türklere yardım ederler...
6 Nisan'da hükümet kuvvetleri Çapakçur'a girince, Şeyh Said beraberindekilerle (300 atlı) Solhan'a çekilmek zorunda kalır.
Xormek aşireti, Türk idarecilerini destekler. Aşiretin reisi Küçük Mahmut Hulusi Efendi ayaklananlara karşı üç yüz silahlı adamını, kardeşi Ali Kemal de yüz silahlı adamını onların hizmetine sunar. Türk kuvvetleri kendilerini destekleyen aşiretlerle beraber, Karlıova ovasında Cibranlı aşiretinden olan Kürt kuvvetlerini kırarlar. Nisan ortalarında Genç Ovası'nda ayaklanmanın esas kuvvetlerinin etrafı sarılır. Şeyh Said ve ayaklanmanın diğer önderleri, Murat Çayı üzerindeki köprüde yakalanırlar. Şeyh Said ile beraber yakalananlar arasında Şeyh Abdullah, Şeyh Ali, Şeyh Galip, Reşit Ağa, Temur Ağa ve 26 Kürt direnişçisi vardır.
Türkler,  Gêğî'deki kaymakamlık yoluyla Xormek aşiretine minnet duygularıyla şu mektubu yazar ve onlara minnet duygularını sunarlar:
"Kiği Kaymakamlığı'na,
Aynı zamanda hak ve hakikatle mevkileri bulunan Kiğı'nın kıymetli mücahitlerine ve özellikle Hormek aşireti ileri gelenlerine tarafımdan teşekkürât-ı mâhsusanın tebliğine delalet-i mâhsusalarını rica ederim.
3. Ordu Müfettişi Kâzım"

★★★---------------★★★------------★★★---------------★★★------------

 
ŞEYH SAİD'İN YARGILANMASI VE MAHKEME İFADESİ
Şeyh Said ve arkadaşlarının davası, 26 Mayıs 1925 Salı günü Seyid Abdulkadir'in yargılandığı sinema salonunda başladı. Dekor aynıydı. Yukarıda kalan sahne, Türk Bayraklarıyla süslenmişti. Mahkeme heyetinin sıralanıp oturması için, yarım ay biçiminde yüksekçe bir kürsü inşa edilmişti, sahnenin ortasına. Salondaki tek fark, sinema kamerasıydı. Bir alıcı makine, duruşmayı başından sonuna kadar filme alıyordu.
  Dışarıda, Seyid Abdulkadir'in duruşması sırasında alınan önlemler, birkaç kat arttırılmış, sıradan insanlar için ürküntü verecek boyuttaydı. Şehir, birkaç kat kuşatılmış, yollar, kavşaklar silahlı askerlerce tutulmuş, yargılamanın olduğu sinema salonu ise etten ve silahların çeliğinden oluşan bir duvarın ardına alınmıştı. “Durumu şüpheli” görülen insanlar, semte yaklaştırılmıyor, köylüler arka sokaklara sürülüyorlardı.
Ama mahkemenin “adil ve usulüne uygun” işlediğine ilişkin görüntü unutulmamıştı. Yargılamanın halka açık olduğunun göstergesi olarak, arka sıralara, Diyarbakır'daki devlet görevlileri ile yakınları arasından özel olarak seçilmiş sivil giyimli “ izleyiciler” yerleştirilmişti.

Kimliklerin bir kez daha saptanmasından sonra iddianame okunmaya başlandı. Kalabalık isyancı grubuna ilişkin iddianame kısaydı. Siyasi içerikten uzak, “kriminal bir suçlama” niteliğindeydi. İddianamede, bütün dünyanın bildiği bir isyanın çıktığı anlatılıyor, ama nedeni açıklanmıyordu. İsyanın iç ve dış kışkırtmalar sonucu meydana geldiği de anlatılıyordu. İddianamenin sonunda isyanın amacı “din siperi altında irticai bir bölücülük hareketi” olarak tanımlanıyordu.
İddianamenin okunmasından sonra sorgu başladı. Şeyh Said, sorguda ilk sıradaydı. Yargıç, soru sorarken olağanüstü kibardı. “Siz” ya da “Şeyh Efendi” diye hitap ediyor, onu saygın yere oturtan deyimlerle konuşuyordu. Öyle ki, bu manzaraya tanık olanlar, rahatlıkla “Şeyh biraz sonra buradan çıkıp köyüne dönecektir” diye düşünebilirdi.
Yargıç nerede, ne zaman ve kimin yanında öğrenim gördüğünü sorarak işe başladı. Bunu isyana ilişkin sorular izledi. Yargıçla Şeyh Said arasında geçen diyalogu, tutanakların açıklanan kısmından bir özeti:
Diyarbakır İstiklal Mahkemesi üyeleri, kemalist maşalar






“- İsyan hareketini nasıl düşündünüz? Size ilham mı geldi?
—Hâşâ, ilham gelmedi. Kitaplarda gördüm ki, imam şeriattan saparsa isyan vaciptir. Hükümete şeriat sorununu anlatmak istedik. Hiç olmazsa bir kısmının uygulanmasını isteyecektik. Allahu Teala'nın kaderi beni bu işe düşürdü. İçine bir düştüm, bir daha çıkamadım.
—Buyurdunuz ki, imam şeriattan saparsa isyan vaciptir. Bunun şartı yok mu?
—Şartını bilmiyorum. Şer'an vaciptir deniliyor.
—Bu halin imamdan kaynaklanmasına bir Müslüman isyan eder mi?
—Benim niyetim böyle değildi. Şeriye şartlarını uygulamazsa dedim.
—Demek ki siz, şeriattan sapma olduğu için kıyam ettiniz. Amacınız ne idi?
—Kitap, kıyam vaciptir diyor. Kitap, cinayet, zina, müskirat gibi durumları yasaklıyor. Hepimiz Müslümanız. Türk, Kürt ayrımı yoktu.
—Şeyh Efendi, onları bırakın. Özellikle kıyamın nedenini söyleyiniz.
—Piran' da bir olay oldu. Çatışma çıktı. Bu da bana mal edildi. Hâlbuki ben teğmene üç defa rica ettim. Adamlar nikâhları üzerine yemin etmişler, ısrar etmeyin dedim. Sonra sekiz tanesini bırakmış, ikisini tutuklamışlar. Olay patlak verince ben köyden çıktım. Sonra işin içine köylüler karıştı; ayaklanma başladı. Bir daha içinden çıkamadım.
—Şeyh Efendi, Piran'a gelmeden önce din meselesinden dolayı kıyamı düşünüyor muydunuz?
—Kalbimde düşünüyordum. Fakat savaşla değil, broşürler yazıp meclise göndererek, yasaların şeriata uygun düzenlenmesini istemeyi düşünüyordum.
—Niçin yapmadınız?
—Bu konuda önce bilimsel araştırmalar yapayım dedim. Fakat kader beni Piran'a sürükledi. Piran olayı çıktı; önünü alamadık.
—Şeriat uygulanmadığı için isyanı çıkardınız, öyle mi?
—İmam eğer şeriatı uygulamazsa dedim, bu, şeriata göre isyanın gerekçesidir. İsyan meydana geldikten sonra, hiç olmazsa günahkâr olmayız dedim.
—Müslümanların kardeş olduğunu söylediniz. Müslümanın Müslüman üzerine “kıtal” göndermesi caiz mi?
—Evet, birbirinin kardeşidir. İmama kıyam etmek, muharebeyi itna etmez mi? Kitap öyle diyor.
—Müslümanlar kardeş olduklarına göre, nasıl birbirinin üstüne sevk ettiniz?
—Hz. Ali'nin savaştıkları da Müslüman değil miydi? Yine kardeş kalırlar.
—Kıyam vaciptir buyurdunuz. Küffar Kur'anı çiğnerken cihat nedir?
—O da cihattır. Beli, farzdır.
—Yunanlılar memleketimizi işgal ederken, topladığınız o 4 bin kişi ile üstlerine yürümediniz.
—O zaman çok perişandık. Zamanımız olsaydı durmazdık. Balkan savaşına katılmak istedik, istemediler. Bu savaşta muhacir, fakirdik.
—İsyanı kimlerle nerede hazırladınız?
—Önceden hazırlık yoktu. Piran olayı ile alevlendi. Biz de içine düştük ve işe başladık. Ben Lice'ye geldim. Kimseye bir şey söylememiştim.
—Oğlunuz Ali Rıza İstanbul'dan geldikten kaç gün sonra isyan oldu?
—Yaklaşık bir ay sonra.
—Oğlunuz İstanbul'da isyan olayını kimlerle konuştu ve size ne haberler getirdi?
—İsyan meselesini İstanbul'da işitmemiş. Hatta Halit Bey'in tutuklandığını Erzurum'da oğlundan duymuş.
—Oğlumuz İstanbul'dan geldikten sonra, herhalde şeriat şöyle böyle olmuş diye bir şeyler söylemiştir.
—İstanbul'da Hınıs Kürtlerinden birine misafir olmuş ve Seid Abdülkadir Efendi'yi ziyaret etmiş.
—İstanbul'a ne amaçla gitmişti?
—Halep tüccarlarına mal satmıştı.
—Oğlunuz İstanbul'dan döndükten sonra nerede buluştunuz?
—Şuşar'da.
—Jandarma geldi, adam vuruldu, bu isyan çıktı dediniz.
—Jandarma vurulmasaydı, kitapla görevimi yapacaktım.
—Jandarma görevini yapıyor diye bütün halkı ayağa kaldırıyorsunuz.
—Hayır, bence bir şey yoktu. Jandarmaya, bunlar teslim olmamak için yemin etmiş, siz ısrar ediyorsunuz, yapmayın dedim.
—Nasihatinizden sonra bir şey oldu mu?
—Vuruştular.
—Vurdular diye, size ne oldu da halkı ayaklandırdınız?
—Ben köyden çıktım, gittim. Ayaklanma koptu; olunca da ben başına geçtim.
—Ayaklanma oldu da, ondan sonra mı başına geçtiniz?
—Ben Darahini'ye gelmeden önce muhasara başlamıştı.
—Şeyh Efendi, isyanın nedeni jandarma değildir. Propagandalar, açıklamalar yapılıyormuş.
—Jandarmalar olmasaydı, kitapla belki bir sene sonra olurdu, belki altı ay sonra olurdu. Yahut olmazdı.
—Jandarma meseli düşüncelerinizi eyleme dönüştürdü. Olmasaydı, altı ay sonra olurdu değil mi?
—Hayır, jandarma olmasaydı, belki olmazdı. Allan kader saydıysa olurdu.
—Her şeyi kaza ve kadere mal ediyorsunuz. Sizin iradeniz yok muydu?
—Hayır, irade de var. Ben boş değilim. Benim de dahlim var. İnkâr edemem.
—İsyanı tek başınıza başlattığınıza inanmıyorum. Herhalde sizi teşvik edenler vardır.
—Ne içerden, ne de dışardan teşvik eden yoktur. Hariçten dediğim ecnebilerdir.
—Demek ki ayaklanma ve isyanı yalnız zat-ı âliniz düşündü.
—Evet, benim fikrimde vardı. Bilim adamlarını, düşünce sahiplerini göreyim dedim. Din kalkmış, maneviyat unutulmuştu. Bunları isteyelim dedim. Öyle ümit ediyorduk.
—Bunlarla görüştünüz mü?
—Görüşmedim. Zaman kalmadı. Bu olay meydana geldi.
—Mektuplarınızda , 'Emirülmücahidin' kullanıyorsunuz. İnsan kendi kendine Emirülmücahidin adını alır mı?
—Emirlere, 'Emirülmücahidin' yazıyordum. Büyüklüğü kendime layık görmedim. Sonra Hadimülmücahidin'i kullandım.
—Alacağınıza inanarak mı Diyarbakır'a hücum ettiniz?
—Diyarbakır'a hücum taraftarı değildim. Fakat bazı kimseler istedi.
—Kimler?
—Hanili Halit Bey taraftardı.
—Alamayacağınızı bildiğiniz halde neden hücum ettiniz?
—Birkaç savaş olmuştu. Başarı Kürtlerde idi. Yine öyle olur sandık. Fakat olmadı.
—İçerden bilgi alıyor muydunuz?
—Diyarbakır içi ile alışverişimiz yoktu. Yalnız halkın çoğunun dine eğilimli olduğunu biliyorduk.
"Ie ez nikarim be azadi bijeem"
—Yani ümitvardınız?
—Ümitvardık. Halktan ümitvardık.
—Cemil Paşazedeler ve Necip Bey neye eğilimliydi?
—Ben kimseyi tanımam. İşittiğime göre, Nakip Cemil Paşalar şeriata meyyaldardır diyorlar. Seninle birlikte olur diyorlar. Ama kendisini hiç tanımam.
—Böyle önemli bir istihbarat araştırılmaz mı?
—Haddi hesabı olmayan yalanlarda söyleniyordu. Muş, Bitlis işgal olmuş diye haberler geliyordu. Sonra yalan olduğu ortaya çıkıyordu. Ne postamız, ne de irtibatımız vardı.
—Hiçbir şey yokken, bu kadar ümmet-i Muhammed'in kanını dökmek caiz mi?
—Zaten olmuştu. Darahini'ye hücum etmişlerdi.
—Elazığ'a saldıran kuvvetlerin komutanı kimdi?
—Şeyh Şerif'i tayin etmişti. Odur.
—Başka kimdi kumandanların?
—Gazik cephesini de Şeyh Şerif'e vermiştim. Palu'ya kadar gidebilirsin dedim. Melekanlı Şeyh Abdullah'ı Gırvas ve Muş ceplerine tayin ettim. Şeyh Hasan'ı da Kiğı cephesine verdim. Şeyh Hasan burada yoktur. Kumandanlar; ağalar, muhtarlar, aşiret mensuplarıydı. Benim düzenli ordum yoktu.
—Diyarbakır'ı alma amacınız ne idi?
—Rızkımız, nasibimiz, o tarafa gelmişti. Diyarbakır'ı aldıktan sonra ileri gelenlerle toplanıp, hükümetle müzakere yapacaktık.
—İsyandan önce hükümete başvursaydınız ya!
—Vaktimiz olmadı.
—Hükümet taleplerinizi kabul etseydi ne olurdu?
—Günahtan kurtulurduk. Evimizde otururduk. Hükümet isteklerimizi kabul etseydi, hicret isterdik. Hicret izni vermeseydi, günah bizden gider. Otururduk.
—Bir mektubunuzda 'fetih' kelimesini kullanıyorsunuz. Anlamı ne bunun?
—Her neresi alınırsa, fetih deriz…
—Fetihten sonra bağımsız bir Kürdistan krallığı ilan edecektiniz, öyle mi?
—Krallık bizim niyetimizde yoktu. Şeriat kurallarını uygulama idi. Ben ne başkanlık kabul ederdim, ne de elimden gelirdi.
—Buradaki bildiriyi biliyor musunuz?
—Ondan haberim yok. Kim yazmış bilmiyorum.
—Diyarbakır'dan sonra hükümet tekliflerinizi kabul etmeseydi, çekip gidecektiniz, öyle mi?
—Sonucun nasıl olacağını düşünmedim. Milletvekillerinin büyük kısmı dindardır. İsteklerimizi kabul eder, medreseleri açarlar dedik.
—Türkiye Cumhuriyeti askerleri, Müslüman askerleri bizi mahvederler diye düşünmediniz mi? Bu kuvveti size veren nedir?
—Kanıtımız yoktu. Bu kadar askerin hızla gönderilebileceğini sanmıyorduk.
—Sonra anladınız, öyle mi?
—Beli, şimdi anladım.
—Bu isyanın esası nedir?
—Esasını kime atfedeyim?
—Lice'ye yazdığınız mektuba göre önceden düşünmüşsünüz.
—O yazı benim değildir. İmza da benim değildir. O ifade zaten benim değildir.
—İsyana ben karar verdim, dediniz. Bu havalide sizi tanıyan kimse olmadığına göre, nasıl Diyarbakır'a hücum ettiniz? Herhalde bunlar önceden düşünülmüş, karar verilmiş şeyler…
—O olay oldu. Ben önce vardım. Allahuteala'nın kaderi oldu. Ben içinde idim. Eğer düşünülmüş, planlanmış bir şey varsa zaten biliniyor.
—İsyan ettiğin zaman, Türk askerlerini Müslüman askeri olarak mı gördün, yoksa kâfir askeri mi?
—Müslüman askeri olarak telakki ettim.
—İslam içinde sizden bilgin yok mu? Varsa neden sadece siz düşünüyorsunuz?
—Âlim elbette çoktur.
—Bunlar yapılmıyorsa, onlar neden talep etmiyorlar?
—Ne kadar ehli şeriat varsa hepsi talep ediyor. Fakat canından, malından korkuyorlar.
—Bunların içinde âlimi ve cesuru sen misin?
—En âlimi ben değilim, fakat tehlikeye atılan benim.
—Memleketinizden hangi ayda çıktınız?
—Kanuni Evvel'de (Aralık) çıktım.
—Sizin durumunuzda olan (yaşlı) biri, kışın en şiddetli zamanında çıkar mı?
—Günde üç saatten fazla gitmiyorduk. Yerler müsaitti. Odun, ateş çoktu.
—İlkbahar, yazın ya da sonbaharda çıksaydınız, sizin için daha iyi olmaz mıydı?
—Yazın, ziraat ve ticaretle meşgulüz. Kışın iş yok.
—İsyana kadar ne kadar zaman geçti?
—İki aydan fazla zaman geçti.
—İsyandan iki ay önce çıkıyor, sonra isyan ediyorsunuz?
—Evet, fikrimde vardı. Patlatmak niyetimizde yoktu. Fakat patladı.
—Oğlunuz Halep'ten geçiyor…
—Ticaret için Halep'e gitmişti. Parasını İstanbul'a poliçe vermişlerdi. İstanbul'a gitti, parasını aldı.
—Halep ve İstanbul'a ticaret için gitti. Oralarda bazı kimselerle görüştü. Size söyledi. Sizde ayaklandınız…
—O geldiğinde ben çıkmıştım. Şuşar'da buluştuk. İsyandan kırk gün önceydi.
—Diyarbakır'a neden hücum edildi, cephane çok olduğu için, bilhassa cephane almak için buraya gitmek istedik.
—Diyarbakır'a girmeyi başaramadınız. Ondan sonra ne gibi harekâtlarda bulundunuz?
—Çapakçur'a Darahini'ye geldik. Licelilerin karşılamaya geldiklerini gördüm. Lice'ye gitmeye niyetim yoktu. Ondan sonra Kürtlere izin verdim. Evlerine gönderdim. Eğil'e gittim. Maden ve Ergani'nin işgalini orada duydum.
—Türklerle neden ilişki kurmuyordunuz?
—Eğil, Ergani taraflarında Türkleri de davet ettim. Dinimize çalışalım dedim.
—Sizinle beraber isyan ettiler mi?
—Tutan tutuyor, tutmayan tutmuyordu.
—Ergani'de kimler vardı?
—Şevket Efendi, Hamit Ağa, Hacı Hüsnü Efendi vardı.
—Bunlar Türk mü, Kürt mü?
—Türktürler, onlar da katıldılar.
—Kürt Teali Cemiyeti'nden haberiniz olmadığını söylediniz. Bitlisli Yusuf Ziya Bey geldiği zaman ne görüştünüz?
—Yusuf Ziya'yı tanırım. Bana gelmişti. Ramazanda idi. Bitlisli Haydar Efendi, Yusuf Ziya Bey'in Muşlu Reşit Bey'le ziyarete geldiğini söyledi. Kendisinden ders okumuştum. Birkaç saat kaldılar. Çay içip gittiler. Baharda Hınıs'a gelmişti. Benim köyüme geldi. Orada meseleyi açtı. 'Bir Kürdistan kurmak üzereyiz' dedi. Muhaldir dedim. Fikrim bunu kabul edemiyordu.”

★★★---------------★★★------------★★★---------------★★★------------
Diyarbakır İstiklal Mahkemesi'nin sonuçlanmasından sonra 27 Mayıs 1925'de Kemal Fevzi, Hacı Ahti, Seyid Abdulkadir'in oğlu Seyid Mehmet, Kör Abdullah Saadi ve Hacı Askeri, Diyarbakır'da idam edilirler...
Hep Mustafa Kemal'in yanında olan Hasan Hayri, (TBMM ilk dönem Dersim mebuslarından) Şeyh Said ayaklanması sırasında Dersim halkına mektuplar göndererek ılımlı olmalarını tavsiye ettiği halde ayaklanmanın Türk yönetimi tarafından kırılmasından sonra, Mustafa Kemal'in özel emriyle yeğeni Celal Mehmet ile yakalanırlar.
Sorgu sırasında, İstiklal Mahkemesi başkanı Ali Saip, Hasan Hayri'ye dönerek; 'Ankara'daki meclis toplantılarına niçin Kürt milli kıyafetiyle geliyordunuz?' diye sorar.
Hasan Hayri savunmasında, 'Meclis'e Mustafa Kemal'in talimatıyla, milli kıyafetle gidiyor ve yine onun talimatıyla, Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemediğini belirten telgrafı Lozan Konferansına çekiyordum.' diye belirtir. Buna rağmen idam kararını vermiş olan mahkeme üyelerini etkilenmez ve onlar da idam edilirler. Bu Mustafa Kemal'in alameti farikası olacak keyfi idamlardan sadece birkaçıdır. Diyarbakır İstiklal Mahkemesi, 29 Haziranda da Şeyh Said'in önderliğinde ayaklanmaya katılan 47 kişi hakkında idam kararı verir. Karar ertesi gün infaz edilir.
 Şeyh Said idam sehpası önünde şunları söyler: "Tabii hayat sona erdi. Kendimi milletimin yolunda feda ettiğime hiçbir şekilde pişman değilim. İlerde torunlarımızın bizden dolayı düşman ününde utanç duymamaları bizim için yeterlidir.""Ez be nam dikarim bijeem, Ie ez nikarim be azadi bijeem" Ölmeden son sözleri olur.

Şeyh Said’in mezarı nerede?

   ŞEYH Said ve 46 arkadaşı, 28 Haziran 1925’te gece yarısı Diyarbakır’da asılarak idam edildi. 

Cenazeler ailelere teslim edilmedi. Sadece, Eşref Cengiz’in (CHP-AP milletvekilliği yaptı) dedesi Şeyh Şemseddin’in naaşı ailesine verildi. O da torunu Eşref Cengiz CHP-AP milletvekilliği yaptığından. Diğerleri bilinmeyen bir yere gömüldü. Bu yer hálá bilinmiyor ama iddiaya göre, Diyarbakır’da şehri boydan boya kaplayan surların dört ana kapısından biri olan Dağkapı’daki devlete ait boş araziye gömülmüşlerdi. Cenazelerin bulunduğu bu arazinin bir bölümüne önce halkevi yapıldı. 
DP döneminde halkevi kapatıldı, sinema yapıldı. Yenişehir Sineması’nın iki bölümü vardı; yazlık-kışlık. Yazlık sinemanın arkasında makine dairesinin yanındaki bir tür çitlembik ağacı olan dağdağan vardı. Sinemaya gelenler, Şeyh Said’in bu ağacın altında yattığını söylüyorlardı. 
Yeşil alan olarak gösterilen bu araziye Alman Hastanesi inşa ediliyor. 
İnşaatı yapan DYP Diyarbakır İl Başkanı, müteahhit Galip Ensarioğlu. Ensarioğlu, cenazelerin bu arazide olmadığını söylüyor. ´Olsa hafriyat sırasında kemikler çıkardı´ diyor. 
Onun iddiası, mezarlar kendi inşaatları ile Astsubay Orduevi arasındaki küçük ara bölgede. Gelen bilgilere göre, Şeyh Said ve arkadaşlarının mezarları, Astsubay Orduevi duvarının tam dibinde. 
Ne ilginç: 

İki Said; Said-i Nursi ve Şeyh Said... 

İkisi de Kürt; ikisi de din adamı; ikisinin de binlerce müridi var ve ikisinin de mezarı kayıp... 



★★★★ŞEYH SAİD KİMDİR ?
★★★★
     Şeyh Said'in kökleri üç kuşak ötede, dedesi Şeyh Ali ile bölgede din sahnesine çıkıyordu. Şeyh Ali, Mevlana Halid'in öğrencilerindendi. Bağdatlı lakabıyla da tanınan Mevlana Halid, 1776-1827 yılları arasında yaşadı. Nakşibendî şeyhi ve Nakşibendî tarikatını Kürtlere aşılayan kişiydi. Şam'da oturuyordu. Ama Kürtler arasında ve İstanbul'da etkin bir taraftarı vardı. Mevlana Halid şairdi. Şiirlerinden derlenen Divanı, ölümünden sonra 1844 yılında İstanbul'da yayınlandı. Şeyh Ali, Mevlana Halid'in Şam'daki dergâhında eğitim gören öğrenciler arasında özel olarak ilgilendiği 118 gençten biriydi. Bir öteki ise Seid Abdulkadir'in dedesi Seid Taha idi. Daha sonra mantık, felsefe, matematik ile din bilgisi konularında özel eğitime tabi tutulup, üst düzeyde bir programla yetiştirilen Nakşibendî halifesi oldular. Değişik bölgelerde görevlendiler. 
Mevlana Halid, Şeyh Ali'yi Diyarbakır'ın Lice ilçesine gönderdi. Genç şeyh orada imamlığa başladı. Birkaç yıl sonra oradan ayrılıp kuzeye geçti. Palu'nun Kelhası ve Ekrak köylerinde imamlık yaptı. Şeyh Ali Kelhası'da evlendi ve aile hayatına karıştı.
Şeyh'in; Mahmut, Hasan, Hüseyin ve Mehmet adında dört oğlu dünyaya geldi. Şeyh Ali oğullarını da aile geleneğine göre dergâh ve medreselerde okuttu. Mezuniyetten sonra her biri imam olarak bir yana dağıldı. 
Şeyh Mahmut Erzurum'un Hınıs ilçesine bağlı, zamanla büyüyüp kasabanın mahallesi haline gelen Kolhisar Köyüne yerleşip imamlığa başladı. Kolhisar'da evlendi ve burada yedi erkek evlat büyüttü. Şeyh Mehmet Said, Bahaddin, Gıyaeddin, Necmeddin, Tahir, Mehdi ve Abdürrahim. 
Dini dergâh ve medreselerde eğitim gören yedi kardeş arasında Mehmet Said öne çıkacaktı.

Şeyh Said'in doğum tarihi: 
Kürtler'in, doğumları kayıtlara geçirme alışkanlıkları yoktu. Bu yüzden Şeyh Said'in doğum tarihide belirsizlik taşıyordu. Bazı kaynaklar 80 yaşındayken idam edildiğini belirtiyor. Buna Kürt yazar Musa ANTER'de katılıyor. Ve 80 yaşında idam edildiğini yazıyor.
Şeyh Said'in görünüşü: 
Şeyh; uzun boylu, esmer tenli, narin yapılıydı. Temizlik ve şıklığa özen gösteriyor, gabardin şalvarın üstüne, önü ibrişim işlemeli “Halep işi kırk düğme” yelek ve onun üstüne de pelerin giymeyi seviyordu. Ağarmış, apak olmuş sakalını kınalıyor, kızıl parıltı veriyordu. İslamiyet'te kına ve erkeklerin gözaltına sürme çekmesi sünnetti. O da Kürt erkekleri arasında yaygın olan modaya uyarak, ağarmış sakalını kınalıyor, kirpiklerinin altına sürme çekiyordu.
Şeyh Said'in eğitimi: 
Şeyh Said Medreselerde eğitim görmüş, dönemin en iyi din tedrisinden geçmiş, Arap-İslam felsefesinin yanında eski Yunan felsefesi ile mantık derslerini okumuştu. Arapçayı Kürtçe kadar iyi konuşuyor, okuyor ve yazıyordu.
1925'te Diyarbakır'daki sorgusu sırasında eğitimi konusunda şöyle diyordu: Muş, Malazgirt ve Palu'da eğitim gördü. Palu'da amcam Şeyh Hasan yanında, Muş'ta Mehmet Efendi, Malazgirt'te Dev Abdülhalim ve Hınıs'ta Musa Efendi'nin yanında Medrese de okudu. 
Şeyh, genç yaşta çevresinde sivrilmiş, tanınmış bir kişilik olmuş, olgunluk çağında ise bölgede tartışmasız kabul gören saygınlığına, Nakşibendîliğin “Postnişinliği” ni eklemişti.



Şeyh Said'in Herşeye Rağmen Mustafa Kemal'e Tattırdığı Yenilgi.

Şeyh Said'in Herşeye Rağmen
Mustafa Kemal'e Tattırdığı E
şi-benzeri Az Yenilgi

    Şeyh Said ayaklanması iki ayda bastırıldı. Hikáyesi meşhurdur, bilmeyen azdır(bilmeyenler için)...
Ama belki tam bilinmeyen,  Şeyh Said'in Kürdistan'ın kaderini nasıl değiştirdiği. Bugün özerk olan Güney Kürdistan, TC sınırları içinde değilse, bu Şeyh Said ve mükemmel zamanlamalı isyanı sayesindedir.
    Bugün, Şeyh Said ayaklanmasının 86. yıldönümünde, Şeyh Said'in diktatör Kemal'in Musul-Kerkük hevesini nasıl kursağında bıraktığını anlatarak kutlamak istiyorum. Kürd ayaklanmasından iki yıl önceye giderek başlayalım: 

Lozan Konferansı’na katılan Türk heyetinin elinde üç sayfalık 14 maddeden oluşan talimat vardı. 

Birinci madde, Irak sınırıydı; Süleymaniye, Kerkük ve Musul mutlaka geri alınacaktı. 

Çünkü: 

Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren Mondros Antlaşması’na (30 Ekim 1918) göre, bu sancaklar Osmanlı Devleti’ne bırakılmıştı. Ancak  İngilizlerin tüm stratejisi petrol üzerineydi ve İngiltere ateşkesden sonra buraları işgal edivermişti! 
 
Lozan Konferansı başladığında, Türk tarafı başkanı dışişleri bakanı İsmet İnönü, önce duygusal konuşmalarla İngilizlere ağladı: 

´Türkiye yoksul bir ülkedir, petrole ihtiyacı vardır...´ 

Bu sözler,  İngiliz Hükümetini nasıl etkileyebilirdi ki? İngiliz heyetine kesin talimat vermişti; Musul-Kerkük konusunda tartışmaya bile girmeyeceksiniz! 

Türk heyeti toplantılarda, "Bu topraklar 11’inci yüzyıldan beri bizimdir" gibi konuşsalar da bölgenin nüfus sayım sonuçlarına göre  263 bin Kürt, 146 bin Türk, 43 bin Arap, 18 bin Yezidi, 13 bin gayrimüslim vardı. Kürtlere yaşama hakkı veren Serves anlaşmasına karşı olma kimliğini saklayabilirmiş gibi, Türk heyeti her iki halkın bir arada yaşamak istediklerini; inanmıyorlarsa referandum yapılabileceğini ileri sürdü. İngilizler de tabii ki hemen yüzlerce yıldır sorunsuz beraber yaşarken 
bir gün birdenbire Türklerin Ermenilere soykırım yapmasını hatırlatınca, Ermeni'lere yapılanlardan bahsederek işlerin karışmasından ürken Türk heyeti, bu meselenin ertelenmesini isyeyince Lozan Konferansında, sınır meselesinin iki ülkenin kendi arasında halledilmesine karar verildi. 
Lozan’da toplam 8 ay süren görüşmeler sonucunda, Türkiye ve İngiltere uzlaşamadı. 
Eğer her iki ülke, öngörülen 9 aylık sürede anlaşma yoluna gitmezse, mesele, Milletler Cemiyeti Meclisine (Birleşmiş Milletlere) götürülecekti. 
Lozan Konferansı’ndan sonra Türkiye ve İngiltere arasında ikili görüşmeler İstanbul’da başladı. 
İngilizler bu konferansta  Türkiye'yi kendi "her iki halkın bir arada yaşamak istedikleri-O halde Musul-Kerkük'ün Türkiye'ye ait olması gerektiği" tezlerini ters çevirerek zor duruma düşürdüler. O günlerde Hakkári’de Nasturi Ayaklanması (12-28 Eylül 1924) olduğundan İngilizler Kurdlerin Türklerle bir arada yaşamak istemedikleri-O halde Hakkári’nin de Irak'a ait olması gerektiğini öne sürdüler. Tabii ki  İngilizler isyanı destekliyorlardı, ama Türklerin "her iki halkın bir arada yaşamak istedikleri" tezinin saçmalığı ortaya çıkmıştı bir kere.
İstanbul’daki Türkiye-İngiltere ikili görüşmelerinden de sonuç çıkmadı. 
Dolayısıyla, Irak sınırı meselesi Milletler Cemiyeti Meclisi’ne gitti... 

Milletler Cemiyeti Meclisi, İngilizlerin isteği doğrultusunda üç kişilik bir komisyon kurma kararı aldı. İsveçli T. Wirsen, Macar Kont Teleki, Belçikalı Albay Poulis’ten oluşan bu heyet, her türlü yazışma ve soruşturma yapma yetkisine sahipti. 
Tarafsız bir komisyonun bu yüzlerce sene Osmanlı işgali altındaki Kürd topraklarını Osmanlı'nın artıklarından biraraya getirilmiş bir diktatörlüğe vermesi beklenemezdi. Bunu bilen M.Kemal, savaş hazırlıkları yapıyordu. İngiliz istihbarat raporlarına göre, Mustafa Kemal, Irak’a müdahale etmeye kararlıydı... 

Ama neler oldu dersiniz? 

Evet, 14 ili kapsayan Şeyh Said isyanı başladı... 

Türkiye, Kuzey Irak’a askeri operasyon yapamadı; içe döndü; binlerce asker ayaklanmayı bastırmakla görevlendirildi... 

Ankara’nın, Türklerle Kürtlerin kader birliği içinde bulunduğunu söylediği bir dönemde, bu ayaklanma İngilizlerin elini güçlendirdi. ´Hani siz kardeştiniz, bakın şu anda bile savaştasınız´ dediler. 

Milletler Cemiyeti Meclisi, Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi Irak'a verdi... 

 Tepeden inme 'Türk" kimliği ve  kemalist idealleri reddeden Kürdlerin "sorun yaratmayacak bir koyun sürüsü" olmayacakları belli olunca TC iç ve dış politikalarını ona göre ayarladı.

Musul, Kerkük ve Süleymaniye’yi almak için asker cizmelerini giyen Mustafa Kemal, Kürdistan dağlarına dayanamayacağını görünce  cizmelerini paşa-paşa çıkarttı.
O afralı tafralı diktatöre "Yurtta sulh, cihanda sulh" dedirten onun hümanist idealleri mi zannettiniz yoksa?..

Diktatör Kemal, 16 Ocak 1922 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde gazetecilerin sorularını yanıtlar. Vakit gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın “Kürtlük Sorunu nedir? Bir iç sorun olarak değinmeniz iyi olur” sorusuna şu yanıtı verir:
“Kürt sorunu, bizim, yani Türklerin çıkarı için kesinlikle sözkonusu olamaz. Çünkü, bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türkiye’yi mahvetmek gerekir....Bu nedenle başlıbaşına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çieşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir...”
İşte Mustafa Kemal'in ağzından
'Kürt Sorunu'nun çözümü: Türkiye'yi mahvetmek!




✖ kemalism is fascism..✖ kemalizm faşizmdir...✖kемализма это фашизм..✖kemalismus ist faschismus...✖kemalismo è fascismo... ✖ Le kémalisme est le fascisme ...✖