6.7.11

Çetin Altan, Bataklıkta Parlayan Bir Pırlanta

Adı Çetin’di Soyadı Altan
dobra söyledi, dobra baktı
temiz kanla birlikte kirli kan
hepimizin kanı onda aktı
Cemal Süreya


Çetin Altan'ın değerini anlamak için bunun gibi bir yazısını okumak yeter:

İstiklal Mahkemeleri'nin tarihçesine,
özet olarak şöyle bir göz atalım:

1- 1920'de Ankara'da kurulan TBMM'nin kabul ettiği, "Asker Kaçakları Hakkında Kanun"la birlikte, İstiklal Mahkemeleri'nin kurulması da gündeme geldi.
***
2- Mahkemelerin yargıçları, TBMM üyeleri arasından seçilecek; mahkemenin başkanını da, yargıçlığa seçilmişler kendi aralarından saptayacaktı.
***
3- Mahkemelerin sayısı ve nerelerde faaliyet göstereceğine, hükümetin önerisiyle TBMM karar verecekti.
***
4- Mahkemelerin kararları kesindi; itiraz ve Yargıtay yolu kapalıydı. Mahkemeler kararlarından sorumlu değildiler. Kararlarını vicdani kanaatlerine göre vereceklerdi.
***
5- 1921 yılının başında, Ankara'nın dışındaki İstiklal Mahkemeleri'nin kapatılmasına karar verildi; 5 ay sonra da yeniden açılmasına karar verildi.
***
6- 1922'de, yeniden, hepsinin kapatılmasına karar verildi.
***
7- 1923'te, sadece bu kez İstanbul'da yeniden açılmasına karar verildi.
***
8- 1924'te, İstanbul'daki İstiklal Mahkemesi'nin de kapatılmasına karar verildi.
***
9- 1925'te, Şeyh Sait ayaklanmasıyla birlikte, İstiklal Mahkemeleri'nin yeniden kurulmasına karar verildi.
***
10- 1927'de yeniden kapatılmasına karar verildi.
***
Orhan Kemal'in babası Abdülkadir Kemali, TBMM'de birinci dönem Kastamonu milletvekiliydi. Kastamonu'da kurulan İstiklal Mahkemesi'nde de başkan olmuştu.
Abdülkadir Kemali Bey'in, acılarla da dolu siyasi hayatının bitiminde bir köşeye çekilmesinden sonra, kendisiyle ahbaplık etmek fırsatını bulmuştum.
***
Abdülkadir Kemali, İstiklal Mahkemesi Başkanı olduğu günlerde, 13 at hırsızı Çingeneyle, 13 asker kaçağı yakalanmıştı.
Asker kaçaklarına verilen idam cezası da, yanlışlıkla at hırsızı Çingenelere uygulanmış ve hepsi asılmıştı.
***
Bir gün Abdülkadir Bey'e:
- O yanlışlık nasıl oldu, diye sormuştum.
Abdülkadir Bey:
- Öyle karışık günlerde, bu tür bazı hatalar oluyordu, demişti.
- Peki asker kaçakları ne oldu?
- Yapılan hata anlaşılınca, onlar da ertesi gün asıldı.


Bugün de, ezik ailelerden gelme oğlan çocuklarının hayalinde, yönetici takımından bir makam sahibi olmak yatar. Özellikle köylü çocuklarına:- Büyüyünce ne olacaksın, diye sorduğunuzda; genellikle şu yanıtları alırsınız:
- Polis... Jandarma... Öğretmen...
Şimdilerde imam hatip okulu öğrencileriyle mezunları da; milletvekili, bakan, başbakan olmak istiyorlarmış gibi...
***
Ezik yığınların bireylerinde "kimlik", başarılı bir meslek itibarında kristalize olamayınca; "Türklük, Müslümanlık" gibi, doğuştan edinilmiş etiketler de bayrak açar...
O nedenle de seçim kampanyalarında propaganda nutukları; ırkçı bir hamasetle, dinsel bir üstünlük övgülerinde köpüklenir.
"Kışla" parfümlü siyaset çağdaş iddialı bir hamasete; "cami" parfümlü siyaset de Arapça dualı mistik bir dağarcığa abanır.
***
"Soğuk Savaş" döneminde Washington, kendi pragmatizmi içinde Türkiye'nin ne toplumsal yapısıyla ilgileniyordu, ne de kentlerdeki arazi yağmasıyla; "Sovyetler'e karşı ol da, ne olursan ol" gözlüğüyle bakıyordu Ankara'ya.
Değişik bir deneme olan 1961 Anayasası'nın rafa kalkmasından sonra da; o dönemlerin "ilerici"lik sıfatını kimseye bırakmayan militerleri; enerji kaynaklarıyla ekonomik şemaların evrensel planda kaynattığı "etki-tepki" diyalektiğinin bilincinden yoksundular. "Değersiz önemliler-önemsiz değerliler" ayrışımında; "ilericilik" iddialarının, kapalı devre "karma ekonomi" statükocuğuyla bağdaşmayacağını da fark edecek durumda değillerdi. Washington'un bando şefliğinde, sanatçıların da, düşünürlerin de, yazı adamlarının da "uygun adım" olmalarını istiyorlardı.


“Çanakkale Savaşı’nı, 250 gün içinde 250.000 kişi öldürmeyi de müthiş bir başarıymış gibi gösterirsiniz, Çanakkale Savaşı’nın aslında bir yas günü olması gerekir… Niye Alman Donanması, İngiliz armadasını Akdeniz’de karşılamadı da, bizim köylülerimizi kalkan olarak kullandı ki? Kendi armadasını riske etmedi. Bunları hiç kimse kurcalamaz.”

 Çetin Altan

1927 doğumludur. 1946 yılında Ulus gazetesinde çalışmaya başlamıştır. Milliyet, Akşam, Hürriyet ve Güneş gazetelerinde fıkra yazarlığı yapmıştır. Ankara Hukuk Fakültesi mezunudur.
Ulus gazetesinde gece muhabiri olarak gazeteciliğe başladı. Bu dönemde gazetenin Dış Haberler Servisinde görev yapan Bülent Ecevit'le birlikte çalıştı.
 Bazı gazeteciler birlikte NATO tarafından Paris'e davet edildi. Türkiye'ye döndüğünde, Paris'teki gazetelere ve dış basından aldığı bilgilere dayanarak yazdığı bir yazı yüzünden göz altına alındı. Yazının konusu Türkiye'nin Kore'ye gönderdiği 4.500 kişilik birlikti. Yazıya göre, birliğin sayısı hep standart kalacaktı. Yani, Kore'de ölen her askerin yerine Türkiye bir asker daha gönderecek ve tüm kayıplara karşın sayı 4.500 olarak korunacaktı.
Yazdıklarının doğru olduğu TBMM'nin kürsüsünden de dile getirilince serbest bırakıldı.
1956 yılında askere gitti. (Yaş 29,  hep belirtirim askere geç gitmenin avantajlarını)
Hem dokunulmazlık zırhına sahip olarak davalardan kurtulmak, hem de siyasal düşüncelerinin mücadelesini pratik zeminde sürdürebilmek için politikaya girmeye karar verdi.
Çetin Altan, Sadun Aren'den gelen 'Bizim listeden milletvekili ol' çağrısına uyarak, 1965 seçimlerine katıldı. 13 milletvekili ile birlikte TİP listesinden TBMM'ne girdi. Seçimlere, TİP listesinden bağımsız milletvekili olarak giren Altan, bu şekilde Meclis'te varlık gösteremeyeceğini görünce resmen TİP'e geçti.
Altan, 19 Şubat 1968 gecesi Meclis Genel Kurulunda, aralarında dönemin İç İşleri Bakanı Faruk SÜRKAN ve Hamit FENDOĞLU'nun da bulunduğu AP milletvekillerinin saldırısına uğradı. Bu linç girişiminden güçlükle kurtulan Çetin Altan'ın dokunulmazlığı, AP milletvekillerinin oylarıyla kaldırıldı. Ve bu olayda sağ gözünün görme yeteneği yüzde 50 oranında kayboldu.

12 Mart  sonrasında hapse atıldı. Selimiye Kışlasına götürüldü.

15 günün sonunda ise üç ay kalacağı Maltepe Askeri Cezaevine yollandı.

Temmuz 1972'de Sağmalcılar Cezaevine girdi. İçerideyken yeni bir davadan daha hüküm giyince mahkumiyet süresi uzadı. 27 Aralık 1973'te dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, yetkisini kullanarak ünlü yazarı affetti; (zaten Fahri Korutürk bu yetkisini kullandığında, hapisten çıkmasına dört gün kalmıştı.)
Çetin Altan, belki de ömrünün geri kalanını geçirecek kadar mahkumiyete yol açabilecek bu davalardan başbakan Bülent Ecevit'in 1974 yılında çıkardığı afla kurtulabildi. Af çıkınca hakkındaki davalar da düşmüş oldu.
1996 yılında orduya ve devlete hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında yeniden iki dava açıldı.

"Şiddetini gittikçe arttıran bir fırtınanın ortasındayken bile etrafını çevreleyen gölgelere boyun eğmeyen ve doğru bildiği yolda ilerlemeye devam eden bir yazı ustası hakkında kalem oynatmaya çalışmak hiç kolay değil." 

Çetin Altan hakkında, Kaçırılmaması gereken bir yazı.
HER DAİM YEŞİL KALAN BİR YAZI ORMANI: Çetin Altan